Bir Nazi toplama kampında geçen "Saul'un Oğlu"nu izlemek bir korku tünelinden geçmek gibi. Filmin kahramanı Saul'ü bir an bile yalnız bırakmadan izleyen kamera, seyirciye arka planda olan biten dehşeti sesler ve bulanık görüntüler ile aktarıyor. Dehşeti net bir şekilde göstermektense bu şekilde aktarmak çok etkili bir strateji. Bilincin, kabul edemediği sertlikteki bir gerçekliği bilinçaltına süpürmesine, bulanıklaştırmasına ve ardından bilinçaltına süpürülen gerçeğin kabus olarak geri dönmesine benziyor filmin görsel dili. Herşey bir rüya gibi netlikten uzak ve olan bitene bütünsel olarak anlam vermek imkansız.

Öte yandan Nazi Almanyası’nın Yahudileri, Çingeneleri, sosyalist ve komünistleri yok etme yöntemi son derece rasyonel ve bulanıklıktan uzak. Soykırım tarihinin en sınai tip olanı, Nazilerin yaptığı soykırım. Bu "iş" için gaz odaları, krematoryumlar (ceset yakma ocakları) ve her türlü gerekli yan sanayii kurmuşlar. Maliyeti en aza indirmişler.
Faşizm denilince akla Almanya geliyor ama bütün Avrupa suçun ortağı. Bu suçla en az hesaplaşmış olanlar Polonya ve Macaristan gibi bugün faşizme en meyyal olan ülkeler.

Saul Auslander bir Macar Yahudisi. ("Auslander" Almanca'da yabancı demek). Toplama kampında Sonderkommando olarak görev yapıyor. İşi, kampa getirilen ve doğruca gaz odasına gönderilenlere çobanlık etmek, ölüleri krematoryuma taşımak, yerleri silmek ve külleri ırmağa dökmek. Sonderkommando'lara "sırdaş" da deniliyor. Gaz odasına gönderilenlere başlarına geleceği anlatmıyorlar. Kendi soydaşlarını ölüme gönderirken ağızlarını açmıyorlar. Nihayetinde Sonderkommando'ların da bir kullanım süresi var. Birkaç ay sonra onlardan da kurtulunuyor.

"Saul'un Oğlu"nun konusunu bilmekle etkisinin azalacağını düşünmüyorum. Filmin atmosferi yaşanılır, anlatılmaz. Ama yine de konuyu bilmeyi istemeyenler bundan sonrasını okumasınlar çünkü filmde olan biteni anlatmak ve tartışmak niyetindeyim.

Saul (Géza Röhrig), filmin hemen başında bir grup Yahudiyi gaz odasına sokanlar arasında yer alıyor. Yahudiler gaza maruz bırakıldıktan sonra, kapılar açıldığında bir delikanlının hala yaşadığı görülüyor. Gaz odasından sağ çıkmak istisnai bir durum. Delikanlı kamp doktoru tarafından boğularak öldürüldükten sonra, cesedi otopsi için ayrılıyor. Saul, bu çocuğun cesedine, başta anlam veremediğimiz bir nedenle sahip çıkıyor. Sonradan, bu çocuğun Saul'un gayrımeşru oğlu olduğunu öğreniyoruz. Ya da en azından Saul öyle düşünüyor. Ve Saul, bu çocuğa dini kurallara uygun bir cenaze töreni düzenlemeyi, gömülürken başında bir hahamın kaddiş (Yahudi fatihası demek mümkün sanırım) okumasını sabit fikir haline getiriyor.

Saul, Oğlu ve Pamuk'un 'Kırmızı Saçlı Kadın'ı
Orhan Pamuk, 'Kırmızı Saçlı Kadın'da, Batı kültüründeki baba katli temasıyla, Doğu kültüründeki oğul katli temasını birarada işliyor. Baba katli, Sofokles'in "Kral Oedipus"undan başlayıp, Freud üzerinden Oedipus karmaşası adını alarak günümüze taşınmış. Ben de yazılarımda sık sık Ödipal karmaşa kavramını kullanırım. Madalyonun diğer yüzünde ise Fars edebiyatının "Şehname"si (Firdevsi) var. Şehname'de ise Rüstem'in oğlu Sührab'ı öldürmesi anlatılıyor. Pamuk, kitabında Doğu'nun, oğul katli hikayelerine neden bu kadar yatkın olduğunu da soruyor.
"Saul'un Oğlu" bir oğul katli hikayesi olarak da okunabilir. Saul, oğlu olduğuna inandığı delikanlıyı gaz odasına tıkan görevlilerden biri. Yani, oğlunun ölümünü bizzat hazırlayan kişi Saul. Bu vicdan azabıyla, bu ağır suçla hesaplaşmak kolay değil. Filmin kurbanları bulanık göstermesi, bir anlamda Saul'un onları bireyler olarak algılamak istemeyen tavrını da yansıtıyor. Ama Saul oğluyla karşılaşınca, yaptığı işin vicdani ağırlığıyla da yüzleşiyor. Öldürdüklerinden biri, bütün kimliği ile zuhur ediyor, netleşiyor.



Rüstem ile Sührab'ın hikayesiyle, Saul ve oğlu arasındaki benzerliğin şöyle bir yanı daha var. Rüstem oğlu Sührab'ı terk eder. Saul da belli ki oğlunu terk etmiştir, çünkü oğlan gayrı meşrudur. Saul'un dışında kimse, onun bir oğlu olduğunu dahi bilmez. Anneyle oğlun, babanın yokluğunda başbaşa kalması, babanın ruhunda bir kıskançlığa neden olmuş olabilir. Ve Saul, Rüstem gibi bilinçaltında oğlunu cezalandırmak istemiş olabilir.

Saul'un, çevresindeki herşeye kayıtsız kalırken, sabit bir fikirle oğluna dini bir cenaze töreni düzenlemeye çalışmasının anlamı burada. Bir babanın katlettiği oğluna kendini affettirme; öbür dünyada onu rahata erdirme çabası, Saul'un yapmaya çalıştığı. Okuduğum İngilizce eleştirilerin hiçbirinde böyle bir yoruma rastlamamam açıkçası beni şaşırttı. Mesela David Edelstein adlı eleştirmen, o çocuğun Saul'un oğlu olmadığından her nasılsa kesinkes emin ve Saul'un davranışını "delilik" olarak tanımlıyor. Saul'un hakiki oğlu olsa da olmasa da, Saul'un, o çocuğun oğlu olduğuna inanıyor olması, bize neden yetmiyor?

Macaristan'ın Avrupa'nın doğusu olduğunu da hatırlamak lazım. Macaristan'dan bir oğul katli hikayesi çıkması, sanırım Amerika'dan çıkmasından daha olası. Ve sanırım baba katli temasına yatkın kafalar, oğul katli temasını algılamakta güçlük çekiyor.

Saul'un parçası olduğu başka şeyler de oluyor kampta. Olan biteni fotoğraflayarak dış dünyayı haberdar etme çabasının parçası oluyor Saul. Ya da Sonderkommando'ların başlattığı ayaklanmada rol oynuyor. Ama Saul bu eylemlere ruhen katılmıyor. Onun aklı sadece ve sadece oğlunun cenazesinde. Saul belki de kurtulacağına hiçbir zaman inanmıyor ve hatta daha büyük ihtimalle kurtulmayı istemiyor. Oğluna düzgün bir cenaze yaptıktan sonra ölmek Saul için belki de arzulanan seçenek.

Filmin finalinde beliren Ari ırktan çocuk, Saul'un ona gülümsemesi ve filmin bu çocuğu takip ederek bitmesinin anlamı ise, benim için muğlak.

Filmin dili
Filmin akla hemen gelen iki öncüsü var. Birisi Elem Klimov'un "Gel ve Gör"ü. Klimov, Ukrayna'da Babi Yar adlı uçurumda yapılan Nazi katliamlarını anlatırken, bulanık arka plan görüntüleri kullanmış ve akıldan çıkmayan bir film yapmıştı. Bir diğer örnek ise kahramanlarının peşini bir an bile bırakmayan Dardenne kardeşlerin filmleri. Öte yandan filmin çerçeve oranının darlığı, Xavier Dolan'ın "Annesi"ni hatırlatıyor. Klostrofobi duygusunu artırıyor bu darlık.
"Saul'un Oğlu" Laszlo Nemes'in ilk filmi. Nemes gökten zembille inmemiş. Daha önce yaptığı başarılı kısa filmler var. Bela Tarr'ın asistanı olarak çalışmış olması, Nemes'in sağlam eğitiminin en önemli öğesi. Yine de bir ilk filmin Cannes 'da yarışması, üstüne üstlük Büyük Ödül'ü ve FIPRESCI'nin en iyi film ödülünü kazanması olağanüstü bir durum. Saul'un Oğlu daha sonra içlerinde Altın Küre'de en iyi yabancı film de olmak üzere 40 civarında ödül kazandı.
Bütün bunları söyledikten sonra filmin entelektüel çerçevesinin de, görsel çerçevesi gibi dar olduğunu söylemek mümkün diye düşünüyorum. Saul'un Oğlu, ilk planda duyusal bir deneyim yaşatmayı, seyirciyi Auschwitz benzeri bir toplama kampının içine, kurbanların arasına (Sonderkommando'yu da kurban olarak görmek lazım) atmayı hedeflemiş. Bunda çok da başarılı olmuş. Saul karakterinin de bir ilginçliği var, bir tekdüzeliği olsa da. Fakat daha fazla karakterden, diğer kurbanların ruh halinden, Alman subayların ya da erlerin durumundan ya da bu vahşeti, bu canavar insanları yaratan kapitalizmin doğasını sorgulamaktan uzak bir film Saul'un Oğlu. Yine de yılın en iyilerinden biri ve Oscar'ın haklı adayı.

Kaynak: Birgun.net