Ben hiç tek yaşamadım, yalnızlığın dibinde bir hayat sürerken bile. Murat Özyaşar’la hiç tanışmamış olsam da, “Sarı Kahkaha”sıyla hayatımdaydı, konuşurdum onunla, duyardı belki. Necmiye Alpay, derse girerken, kitap düzeltirken, barışa dair ne zaman umutsuzluğa düşsem, yanımdaydı her zaman. Aslı Erdoğan’la romanını okuyup Rio’ya gitmiştim, okyanusun şarkısını öğrenmiştim Kabuk Adam’dan. Şimdi böyle üçer beşer eskiltiyorlar ya azar azar, tepki büyümesinden diye, yazmaktan başka hiçbir şey yapmamış bu insanları… Yolda karşılaştığım tanıdıklar, “Sıra size ne zaman gelecek?” diye soruyorlar, üzerimden geçen bulutlara bakarak, “Umurumda mı?” diye düşünüyorum. Hiçbir zaman “başka birisi” olamadım, neleri geri teptim kendi doğrularımla yaşamak için. Eğer kendim olduğum için, barış istediğim için, haksızlığa karşı durduğum için cezalandırılacaksam, umurumda değil. Ruhi Su’nun sesini ninniymiş gibi dinleyerek, Behrengi’nin kitaplarını okuyarak büyümüş nesilden biri olarak, başka nasıl biri olabilirdim ki?

Sokak arasındaki çay ocağına oturmuş bir dostumla kara kara düşünüyorduk, neler oluyor, nereye gidiyor bu süreç diye. Murat Özyaşar’ın gözaltına alındığını öğrenince, aklımıza ilk gelen yeni doğmuş bebeği olmuştu. Belki kirada oturuyordur, paraya, başka bir şeye ihtiyacı vardır diye düşündük. Bir dayanışma ağı var mıydı? Bu kadar insan gözaltına alınıyor, işinden atılıyor. Yani mesele sadece gözaltına alınmak, tutuklanmak değil, ödenen başka bedeller de var. Kocası hapiste olduğu için dantel örerek, temizliğe giderek çocuğunun karnını doyurmaya çalışan, komünizmle ya da başka bir şeyle alakası olmadığı halde, bedel ödeyenleri düşündüm. Ece Ayhan’ın bahsettiği “asker kaputu” giymiş “gizli bir geyik” gibi yavrusunu emziren “gece çamaşırcısı ana”ları…

Peki bütün bunlar olurken, sırtını kariyer ve güvence olarak sağlam yere dayamış edebiyatçılarımız, ünlü yazarlarımız, ressamlarımız, sinemacılarımız, mühim yerlerde olan editörlerimiz, neden seslerini bu kadar cılız çıkarıyorlar? İmza atıp basın açıklamasıyla bir şeylerin değişmediği, değişmeyeceği ortada. Tarihe böyle mi geçmek istiyorlar, siyasete hiç bulaşmamış olmakla mı övünecekler? Edebiyat sanat, nasıl olur da hayatın bu kadar uzağına düşer, mesele etmez yazarlara yapılan bu zulmü? Mesele, gözaltına alınanların Kürt sorununda taraf olmaları mı? Devletin silinmez hafızasından ürktükleri için mi, yoksa, daha kötüsü, derinlere işlemiş bir umutsuzluktan mı kaynaklanıyor sessizlikleri?..

Marguerite Duras’ı düşünüyorum, yaşasaydı ve şimdi burada olsaydı, çay ocağında hasır iskemleye oturup bana neler söyleyebileceğini. “Kendinizi kaybetmişsiniz” derdi muhtemelen. “Yeşil Gözler”de yazmıştı: “Bana göre siyasi kayıp, her şeyden önce kişinin kendini kaybetmesidir, tatlılığı kadar öfkesini de, sevme yetisi kadar nefret etme yetisini de, nefretini de kaybetmesidir; ölçülülüğü kadar dikkatsizliğini de, tedbir kadar aşırılığı da, çılgınlığı, saflığı, cesareti kadar korkaklığını da, her şey karşısında duyduğu güven kadar kapıldığı dehşeti de, gözyaşları gibi sevincini de elden bırakmasıdır…” Duras’a göre, bir siyasi partiye üye olmakla siyasi olunmuyordu. Tutkunun, akışın, yaşamanın kendisiydi siyasi olmak, kendin olmaktı. Siyaset dışı olmak, yaşamın dışında olmak demekti, yaşamdan kopmak, kendini kaybetmek…

Sonra şöyle derdi, elinde sıkı sıkı tuttuğu çay bardağını havaya kaldırarak: “Kalk gidelim geçip bu kenti boydan boya, bak konuşalım seninle, her şeyden, yaşama sevinci bu, bak, hareketi izleyelim, sarı ışığı, vitrinlerin arkasında izleyerek kenti, her yana uzanan sarı ışığı, konuşalım kalk, alıp başını gitmekten, kalmaktan, yazmaktan, öldürmekten kendini, tamam mı, öylesine gel, gel bak kulak ver seslere, o yabancı dil seslerine, gürültüye patırtıya, haykırmaya, nehre, tatlı sesine konuşmamızın, gör bak, vadilerin üstünde gezinen leş kargalarını, bak, avlarının peşinde, savaşların, değil mi, kampların, evet, dinle…”

Sarı ışığı görebilmekti bütün mesele ve o ışığın içinde çınlayan sarı kahkahayı duyabilmek… Bir yas eviydi yaşadığımız ülke…

Kaynak: Birgun.net