Sosyal medyada dolaşırken gözünüze çarpan ruhani çağrılar gönlünüzü çelebilir: “Ego bölmeye ve ayırmaya çalışır, ruh ise birleştirmeye.” Kulağa hoş geliyor önce, kimse egosunu terk etmeye yanaşmasa da herkes egodan şikâyetçi. Ve egodan rahatsız olanlar egonun panzehri olarak, yitirdikleri ruhu Latin Amerika’da, Uzak Doğu’da arıyor ya da ruh çağırma seanslarına katılıyorlar. Evet, ego ayırıyor ama ruhun her zaman birleştirici olduğu konusunda kuşkularım var ya da nasıl birleştirdiği. Çağımızın en büyük sıkıntısı ruhsuzlaşma, dolayısıyla yeniden ruhlanmaya yönelik çağrılara hemen kulak kesiliyoruz. Ama Hannah Arendt, dünyanın insanları bir arada toplama gücünü yitirmiş olmasını, ruh çağırma seansında olanlara benzetiyor: “Durumun tuhaflığı, bir ruh çağırma seansı için bir masa etrafında toplanmış insanların, aralarındaki masanın sihirli bir numarayla yok olduğunu görmesine benzer… aralarında bağlantı kuran somut bir şey kalmamıştır” (İnsanlık Durumu, İletişim). Aradan dünya çekilince, sadece ruhla baş başa kalanların durumu tuhaftır; soyut, aşkın ve despotik bir ruha teslim olmuşlardır; bizi kendinde birleştiren ama dünyadan ve birbirimizden koparan. “Baba, oğul ve kutsal ruh” üçgeninde tutsak alınmış bedenlerimizi özgürleştirmeden yeniden ruhlanmamız pek mümkün görünmüyor.

İKTİDAR ARAZİSİ

Franco “Bifo” Berardi ile aynı fikirdeyim: “Ruh, biyolojik maddeyi canlı bedene çeviren hayat nefesidir… Spinoza’nın söylediği gibi, ruh bedenin yapabilecekleridir” (Ruh İş Başında, Metis). Yeryüzünü sarıp sarmalayarak maddeyi canlı bedene dönüştüren yeryüzünün nefesini solumadan hayata dönemeyiz. Bizler, ölüm kültüne tapınan bir toplumda, doğduğumuz andan itibaren üçgen tabutlara yerleştirilmiş cesetleriz. Ve bir bedenin nelere muktedir olabileceğini, yerin ruhu içimize girmeden bilemeyiz. Yeniden ruhlanmayı, yitirdiğimiz bedensel yeteneklerimizi ele geçirmek ve çoğaltmak olarak tanımlarsak, aşkın bir ruh dünyevi bir despotta cisimleştiğinde, ruhumuza ve bedenimize el konulmuştur. “Bedenime sahip olabilirsin, ama ruhuma asla” safsatasına inanmayın. Eğer bedeninize sahip olunmuşsa, ruhunuz iktidarın mülküdür zaten.

Ruh, yeryüzünü saran ve her şeyi birbirine bağlayan kuvvet. Düşünüldüğünün aksine hiyerarşik değil, yatay. İktidar, bedenleri birbirine bağlayan bu ruhu kesintiye uğratıp biat ve boyun eğmenin diklemesine yapılarında tutsak aldığında, bedenler de durmadan fethedilip yeniden kodlanacak bir iktidar arazisidir artık; ancak tutsaklıklarının farkına varan ve her yöne hareket edebilmeyi, yatay bağlar kurmayı arzulayan özgür ruhlar özgürleştirebilir bedenlerini. Ruh, dikine yükselmeyi değil, bağlantılar kurarak yeryüzüleşmeyi sevecek ve arzulayacaktır en çok. Ama bu arzunun her seferinde öte dünyacı, otoriter, karşı-devrimci bir ruh anlayışıyla kesintiye uğradığını görüyoruz. Arendt’in dediği gibi “bir sihirli numara” ile dünya aradan kalkınca, despotik bir iktidarın ruhları boyun eğdirerek, arzularını öte dünyaya ertelemesi mümkün olabiliyor. Ama yine de olmuyor, yaşamsal tutkulardan arınmış ölüm severe değil, yaşamsal tutkularla öte dünyadan arınmış yaşam severe dönüşme arzusu, devrimci bir arzudur ve dünyanın tüm iktidar karşıtı ruhsallıklarında, özgür ruhlar arasında yaşamayı sürdürüyor.

RUHU KURTARMAK GEREK

Ruhlar iktidarın kafasında tutsaktır şimdi; ruhsuz bedenlerse, iktidarın yazdığı senaryoda kuklalar. Ruh, ip gibidir. Tüm bedenlerin içinden geçerek yeryüzünü bir dantela gibi örterken, iktidar bir sihir numarasıyla yeryüzünü ortadan kaldırmıştır ve şimdi tüm ipler elindedir. İpin çok farklı kullanımları vardır: Bir kuklacının elinde, bedenleri oynatabilir de; yeryüzünü bir ağ gibi kuşattığında bedenleri kudretlendirebilir de. Ruhu kurtarmak gerek. Demir ve ateş tanrısı Hephaistos, Zeus’un kafasına baltasını indirdiğinde, kafanın içinde tutsak kalan zekâ, sanat, esin ve barış tanrıçası Athena kurtulmuştu. Yeryüzünün zekâsını, sanatını, esinini ve barışını, yani yeryüzünün ruhunu tutsaklıktan kurtaramazsak bedenlerimizin neler yapabileceğini asla öğrenemeyeceğiz; çünkü ruh, bedenin kudretidir.

Kaynak: Birgun.net