SERAP ÇAKIR

Konuya sürgün edebiyatı diye başlarsam uzayıp gidecek biliyorum. Tarih, doğduğu topraklardan kovulmuş nice insanın öyküsüyle dolu. Düşünüyorum acaba Suriye’den göç etmek zorunda kalan kaç şair, yazar, ressam, müzisyen ve sanat adamı var şimdiye kadar? Kaçı doğduğu topraklara hasret ölecek, burnuna evinin kokusu gelecek kim bilir? Ahh…

Nâzım Hikmet dünya çapında en ünlüsü bu toprakların. Cahide Sonku, o zamanlar tütün kralı İhsan Doruk ile evli. Öğreniyor ki, hapisten yeni çıkan Nâzım Hikmet’i Menderes, Celal Bayar tayfası tekrar askere gönderecek, Zara’ya taş kırmaya. Hemen bir düzen kurup şaire durumu haber veriyor Sonku. Refik Erduran da bir şekilde onun kaçışını sağlıyor ülkeden. Böylece bizim büyük şairimizin sürgün yılları başlıyor. Nâzım’ın Evinde Vera’nın Sofrası’nda isimli kitaptan okuyorum bu hüzünlü hatıraları.

İlerleyen sayfalarda bir başka buruk anı eşi Vera’nın hafızasından fışkırıyor. Paris’e gidişlerinin birinde, hep duvar tarafında yatan Nâzım Hikmet yer değiştirmek istiyor Vera’yla. Vera merakla kulak kabartıyor, bütün gece Nâzım Hikmet’in telefonda konuştuğunu duyuyor ama Türkçesi yok anlayamıyor. Sonradan öğreniyor diyaloğu: “Abidin, geç oldu biliyorum. Vera yeni uyudu. Onun uyumasını bekledim. Vera uyanır diye konuşamıyorum. Ne olur sen konuş, ben dinleyeyim. Ama ne konuşursan konuş. Türkçeye o kadar hasret kaldım ki anlatamam.” Böyle olmamalıydı! Bu hikâyenin sonu vatan toprağına, diline hasret bir adamın öyküsü olarak tamamlanmamalıydı ama işte olan oldu… Kitabı hazırlayan Arif Keskiner ve Melih Güneş’e teşekkür edip bir başka sürgün aydına geçelim mi?

Selîm Berekat, Nusaybin’den tüy gibi bir sınırla ayrılan Kamışlı’da dünyaya geldiğinde, Suriye topraklarındaki kimliksiz Kürtlerden birisiydi. Önce alıp başını Beyrut’a sonra Kıbrıs’a ve son olarak da Stockholm’e yerleşti. Tıpkı Nâzım Hikmet gibi Selîm Berekat da diline hasret yazarlardan birisi hâlâ. Eserlerini ne yazık ki Arapça kaleme alıyor. Tüy kitabında şöyle diyor: “Ama seninle konuşan insanlar, senin dilinle konuşmuyorlar. Onlar kendi seslerinin yankılarını dinliyorlar. Konuşmalarında yoruluncaya kadar aynı hadiseyi aynı tarzda ifade ediyorlar. Geçirdikleri korkunç günlerin monotonluğu karşısında karışık bir baharat kokusu eşliğinde derin bir keyif içine dalıyorlar ki, değil kulaklarını hatta burun deliklerini de açacaksın ki onların konuştuklarını koklayabilesin.”

Bir insanın konuştuklarını neden koklamak istersin ki? Bunun yanıtı çok basit sevgili okurlar. Çünkü insan kendi öz diliyle yaşar ve hayatı algılar. Konuştuğu herhangi başka bir dili özümsemesi için yalnızca tek bir duyu organı değil tümünün muntazam şekilde çalışması gerekir. Bu, meşakkatli, yorucu ve şayet zorunluysa hüzün vericidir.

Bir başka hüzün kokan kitapla sizleri tanıştırmak istiyorum. Kardeşim Gibi, hem dilinden hem yurdundan olan bir adamın öyküsünü mektuplarla Yunanistan’dan Türkiye’ye taşıyor. Eser, Heyamola Yayınları’ndan geçen şubat ayında çıktı. Eski bir İstanbullu Rum olan Alekos Papadopulos ve eğitimci yazar İbrahim Dizman arasında karşılıklı mektuplaşmalardan oluşuyor. İkili arasında geçen diyalogları okudukça, sürgüne gönderilen tek bir yazarın değil bu kez sürgün bir toplumun acısını duyuyoruz içimizde. Kitabın ismiyle müsemma bir tarih okumasının bizleri beklemediğini de tahmin edersiniz. Kardeşlikten çok düşmanlıkla yapılmış nice nice hata… Alekos Papadopulos, öncelikle neden Yunanistan’da yaşadığına dair çok çarpıcı bir sözle başlıyor mektubuna: “Buraya mecburen kök saldım.” 1934’te Sıraselviler’deki Alman Hastanesi’nde dünyaya geliyor Papadopulos. İstanbul’da okuyor ve sonra Erzurum 220. Piyade Alayı’nda yedek subay olarak askerliğini yapıyor. Mektuplaşmalarda ikilinin birbirine anımsattığı pek çok tarihsel gerçeklikten birisi de 20 Kur’a olayı. İkinci Dünya Savaşı sırasında askerliğini yapıp yapmadığı önemsenmeden genellikle Rum, Ermeni ve Yahudilerden oluşan vatandaşlar askere çağırılıyor. Türkiye vatandaşı olan bu askerleri tek bir silah bile vermeden amele taburunda görevlendiriyorlar. Papadopulos o günleri iyi anımsıyor ve şöyle yazıyor mektubunda: “Tıpkı Yahudiler gibi. Naziler onları ayırt edebilmek için yakalarına davud yıldızı takmıştı. Bizimkilere ise sarımsı haki renkli üniformalar giydirip ellerine silah yerine kazma kürek tutuşturdular. Böylece, eğitimli, kültürlü işadamlarını, bilim adamlarını, sanatçıları, zengini fakiriyle Anadolu’nun ücra köşelerine amele taburu olarak yol ve köprü inşa etmeye gönderdiler.”

Pek çok kalbe dokunan sürgün hikâyesinde olduğu gibi Alekos Papadopulos da mektuplarında anlattığı İstanbul’un Beyoğlu semtini özlem ve sevgiyle anıyor önce. Puslu hatıralarının arasında güzel dostluklar, mutlu bir ilk gençlik ve hâlâ ismini bile hatırladığı platonik aşkı Türkan da var. Ama İstanbul hatıralarının temelini romantizm dolu bir geçmişten çok örselenmiş bir toplumun hafızası almış. Henüz yaşı yirmi ikisine varmadan başlayan 6-7 Eylül 1955 olaylarının hemen ardından Rumca çıkan Embros gazetesinin yazı işleri müdürü oluyor. Yollarda “Vatandaş Türkçe Konuş” diye bağıra bağıra dolaşan yobazlara inat 15 Eylül’de “Bu Ülkede Kalacağız” başlıklı makaleyi yayınlıyor gazetede. “Burada yerimizde kalacağız. Kiliselerimizi yeniden yapmak, ölülerimizi gömmek, okullarımızı, işyerlerimizi, evlerimizi toparlamak için biz Rumlar düştüğümüz yerden doğrulacağız. Doğduğumuz, büyüdüğümüz, dedelerimizin ve babalarımızın -şimdi kırık dökük de olsa- mezarlarının bulunduğu bu ülkede kalacağız.” Ve o bildiğiniz hikâye; kalamıyorlar… Rakının da uzonun da rengi aynı diyen iki ülke insanı bir daha ne zaman onarılacağı belli olmayan bir zaman dilimine kadar ayrı düşüyor. Kardeşim Gibi ise, kırılgan bir köprüde karşılaşan hem yabancı hem tanıdık iki insanın birbirini anlama çabasına dönüşüyor.

Şair Nazım Hikmet, gazeteci Alekos Papadopulos ve yazar Selîm Berekat birbiriyle hiç karşılaşmadılar. Ama üçü de yurdundan sürgün yaşadı. Bir Türk, bir Kürt ve bir Rum bambaşka ülkelerde aynı ortak duygu, hasrette birleştiler…

Kaynak: Birgun.net