ASLI AYDIN
[email protected]

Dünyanın 2008'den bu yana içinden çıkamadığı ekonomik krizi, Türkiye'nin krizdeki yerini ve geçen hafta sonunda yaşanan not indiriminin Türkiye'ye olası etkilerini Prof. Dr. Erinç Yeldan'a sorduk. Yeldan'a göre Türkiye'nin sanayisizleşmeyi, bölgesel eşitsizliği teşvik eden büyüme stratejisini terk edip hukuk bütünlüğüne dayanan bir ekonomi anlayışına yönelmesi gerekiyor.

»Her gün ekonomi sayfalarında gündelik gelişmeleri veriyoruz ve gün geçtikçe bu küçük parçaların bütünü daha karamsar bir tabloyu önümüze koyuyor. Dünya siyasetine ve toplumsal yaşama da doğrudan yansıyan bu büyük tabloyla başlayalım mı? Bir bütün olarak kapitalizm bizleri nereye sürüklüyor?

Küresel ekonomi, 2008 Eylül itibariyle başlayan bir iktisadi kriz içine sürüklendi. Çeşitli aşamalardan geçen bu kriz süreci 2016 itibariyle aşılabilmiş değil. Dokuzuncu yılına giren krizin kendine özgü özellikleri var, 1994’te Meksika, 1997’de Asya ekonomilerinde, 1998’de Brezilya’da, 2001’de Türkiye ve Arjantin’de yaşanan-finansal tipli ve yerel/bölgesel krizlerden farklı bir kriz.

Ayırt edici özelliği ise bunun bir reel ekonomik kriz, reel üretkenlik krizi olması; teknolojilerin, kurumların, mevcut iş biçimleri ve ticari akımların kendilerini yenileyememesi sonucunda ortaya çıkan bir kriz olması. Reel sektör finans sektörüne kontrast olarak daha yavaş kararlar alabilen bir alan. Bu yüzden sanayinin, teknoloji, sanayi ara ve yatırım malları, tüketim malları üreten sektörlerin zaman içinde durgunlaştığı, bir türlü üretkenlik kazanımlarıyla kendilerini yenileyemediği ve durgunluk içine sürüklendiğini görüyoruz. Teknolojik büyüme ve üretkenliğin durma noktasına geldiği bir evredeyiz.

Dünya kapitalizminin merkez ekonomilerindeki üretkenlik biçimlerinde çok ciddi bir durgunluk gözleniyor. Amerika ve Avrupa Merkez Bankaları miktar kolaylaştırması olarak adlandırılan büyük para basımı operasyonlarıyla bu krizin, yapay yöntemlerle mevcudiyetin 2016’ya dek getirilmesinde başarılı oldular. Fakat bu operasyonlar sabit sermaye yatırımlarına, istihdam artırıcı yatırımlara gitmek yerine finansal spekülasyon oyunlarına aktı. Faizler neredeyse sıfır alt limitine kadar inse de sabit sermaye yatırımlarını uyarmadı, bunun yerine tüketim talebini canlandırdı. Küresel bir sermayedar Susan Strange’in o ünlü betimlemesiyle ‘Kumarhane Kapitalizmi’ içerisinde, bu operasyonlardan dünyaya saçılan yaklaşık 15 trilyon dolarlık likitideyi deyim yerindeyse çarçur etmekten çekinmedi.

Üretkenlik yavaşladı

»Geçen haftaki yazınızda da özellikle merkezde, yani Amerika’da başta olmak üzere üretkenlik kayıplarının sürekli olarak daraldığından bahsetmiştiniz. Merceği merkeze tutarsak nasıl bir tablo var?

Kuşkusuz tablodaki durum, reel üretici sektörler, şirketler, faaliyetler ve bunlarla kredi bağlantısı içinde olan büyük bankalar açısından son derece sıkışık vaziyette görünüyor.

Mevcut rakamlar son 10 yılda Amerikan ekonomisindeki üretkenlik artışlarında son derece önemli bir yavaşlamayı ortaya koyuyor. Son 10 yılda, bir önceki 10 yıla görece üretkenlik artış hızı üçte bir oranında düşmüş, neredeyse durağanlaşmış durumda. Bu bir paradokstur, çünkü son 10 yıldır bir ‘bilimkurgu’ dünyasında yaşıyoruz. İnternet ve sosyal medyanın yaygınlaşması, Google gibi araştırma motorlarının yaygınlaşması, bilgiye erişim ve bilgi-işlem teknolojilerinde artış söz konusu. Bilgiye ulaşmanın ve erişimin bu kadar yaygınlaştığı bir ortamda üretkenlik kazanımlarının durması büyük bir paradoks gibi gözüküyor. Robert Gordon gibi iktisatçılar, bütün bu kazanımların üretim faaliyetlerinin çok küçük bir parçası olduğunun altını çiziyorlar. Üretim tesislerinde, kurumlarda, üretim pazarlama-ticaret alışkanlıklarında derin bir etki yapan buluşlar ve icatlar olmadıkları gözleniyor. Örneğin 20'nci yüzyılın üretim teknolojisinde büyük dönüşümler içeren faaliyetleri düşündüğümüz vakit, petrol-kimya teknolojisi, demiryolları, Bretton Woods kurumları, Fordist, Taylorist montaj hattı teknolojisi gibi üretimin ve toplumsal ilişkilerin doğrudan doğruya dönüşmesini sağlayan kazanımlar yanında bunlar çok cılız kalıyorlar.

»Sosyal açıdan da ciddi bir soruna ve gerilemeye yol açıyor…

Evet. Örneğin Yunanistan ve İspanya gibi ekonomiler, yüzde 20’yi aşan işsizlik ve yüzde 50’ye ulaşan genç işsizlik oranlarıyla krizin yansımalarını betimliyor. ABD’de de işsizlik yüzde 5’e düşmüş durumda, fakat diğer bir yanda bunun bedeli çok düşük ücretler, gerileyen reel gelirler ve hanehalkı borçlanması olarak tezahür ediyor. Amerika’daki gelir dağılımına yansıması çok şiddetli bir dışlanma ve çarpıklık oluyor.

Şöyle ki 1970’ten bu yana ABD’deki en zengin yüzde 10’luk kesimin gelirlerinde devam eden yüzde 1,5’luk orandaki artış hâlâ gözlenirken, geri kalan yüzde 90’lık nüfusun gelirlerinde reel olarak bir aşınma ve yılda yaklaşık yüzde 0,2 oranında bir gerileme söz konusu. Bu oranları en zengin yüzde 1 ve gerisindeki yüzde 99 olarak ayrıştırdığınız vakit rakamlar çok daha çarpıcı. Bunun arkasındaki nedenlerden biri Thatcherların, Reaganların, Turgut Özalların sosyal refah devletini yok edip, ‘devletin ekonomideki rolü küçültülmelidir’ diyerek bütün kamu hizmetlerini ticarileşmeye açmasıdır. Ve neticesinde de eğitim, sağlık ve diğer sosyal hizmetlerin artık sadece parası olanın yararlanabildiği, olmayanın da borçlanarak bir süre idare edebildiği ama nihayetinde de bu hizmetlerden orta sınıfların yararlanamadığı bir dünyaya sürüklenmiş durumdayız.

Dünya 'ısınıyor'

»Buraya bir pencere daha açmak istiyorum; özellikle sizin de bu konuda önemli çalışmalarınız var. Tüm bunlara çevre yani yaşam alanlarımızı eklersek?

Evet, okuyucularımız muhtemelen bu görünümle karabasan içine sürüklenecekler, fakat dediğin gibi bu resmin bir de çevre, iklim değişikliği tarafı var. Karbon emisyonlarının giderek yoğunlaşması neticesinde sanayi devriminden bu yana iklim değişikliğine neden olan ısınmanın ortalama bir derece arttığını biliyoruz. BM çalışmalarına göre bunun max. 2 derece ile sınırlanması gerektiği ayrıca biliniyor. Elimizdeki karbon bütçesi ise yaklaşık 1000 gigaton ve bunun da aşınması bir iki 10 yıl içinde gerekleşecek gibi gözüküyor. Eğer iklim değişikliğine neden olan karbon emisyonları sınırlanmaz ise, dünya mevcut ortalama ısısının 3 ile 7 derece artması söz konusu. Ve bunun neden olacağı üretkenlik düşüşleri, yeni bakterilerin ve hastalıkların ortaya çıkması da kaçınılmaz. Kapitalizmin anladığı dilden konuşacak olursak, işçilerin hastalanması, sağlık harcamalarının artması, işgücü kaybı vb buna bağlı yeni üretkenlik kayıpları oluşacağı anlaşılıyor. Zaten bu nedenden dolayı telaşla bu işin ciddiyetini kavradılar.

»Türkiye’ye gelirsek, hızlı bir bozulma ve çürümeyi tüm kesimler kuşkusuz hissediyor. Türkiye, dünyadaki dibe doğru hızlanan eğilimin hangi noktasında?

Gündemden yola çıkarak yanıt vereyim. Çok konjonktürel fakat bir o kadar da önemli bir durum olan, Moody’s’in geçen hafta Türkiye’yi yatırım yapılamaz konumuna getirmesi resmi çevrelerde büyük bir infial yarattı. Kuşkusuz Moody’s gibi derecelendirme kuruluşları kararları, finans burjuvazisinin yatırım davranışlarını etkileyen kararlardır. Ama Türkiye açısından önemli bir uyarı. Türkiye’de şu anda hukuki süreçlerin askıya alındığını, reel ekonomide ciddi sorunların ortaya döküldüğünü, karar sonrası yeniden tartışma fırsatı bulduk.

Türkiye’de ciddi anlamda bir sanayisizleşme yaşanıyor. Sanayinin payı 2000 öncesine görece mili gelirin kabaca %30’u düzeylerinden %15’i düzeyine gerilemiş vaziyette. Sanayinin milli gelir içindeki ve toplam istihdamdaki payı dolayısıyla gerilemiş durumda. Sanayi sektörünün, ekonominin aslında en dinamik, en örgütlü, formal, yani insan onuruna yakışır işe en yakın işleri ürettiği bilinir. Dolayısıyla bu tip faaliyetlerin azalması, tanımı gereği kendi hesabına çalışan küçük üreticiler, ücretsiz aile işçisi olarak veya tarımsal faaliyetler içinde çalışanlar üzerinden kayıt dışılığı, enformelleşmeyi getiriyor. Bu da toplumsal örgütlenmenin önüne geçen esnekleştirme dediğimiz işgücü piyasalarının bireyselleştirildiği, insanların kopartıldığı ve örgütsüzleştirildiği toplumsal örgütsüzlüğe sürüklendiğimiz gerçeğini gösteriyor. İnsanların bir araya gelebileceği, örgütlenebileceği mecralar yok ediliyor, diğer bir taraftan da içinde bulunduğumuz durum gibi hukukun askıya alındığı, evrensel hukuk standartlarının uygulanmadığı bir Türkiye manzarasıyla karşı karşıya kalıyoruz.

Bu şartlarda ne ülke vatandaşları üretim ve ticaret faaliyetlerine katılabilir, ne de o ‘çok arzulanan’ doğrudan sermaye yatırımları Türkiye’ye gelebilir. Türkiye’nin mevcut reel göstergeleri açısından önemli bir nokta var. Bizlere ezberletilmeye çalışılanın aksine Türkiye’de en güçlü üretkenlik kazanımlarının ithal ikameleşme, planlı ekonomi dediğimiz 1960-1979 arasında yaşandığını, bir bütün olarak 1963-1979 arasındaki üretkenlik artışlarının 1980 sonrasında son derece yavaş, ortalamasının 1980 öncesi dönemin ancak yarısına ulaşabildiği görülüyor. Güncel noktada ise bu negatife dönüştü.

Tüm bunlar yüksek işsizlik, yüksek cari işlemler açığı, durağan ihracat ve reel ücretler olarak ve elbette ki sanayinin payının düşmesi olarak karşımıza çıkıyor. Bu olumsuz resme karşı dış dünyaya karşı ülkenin ‘Türkiye çok güçlü bir ülkedir’ dediği tek kıstas bütçe açıklarının düşük gösterilmesi. Fakat burada da ciddi muhasebe hilelerinin olduğunu biliyoruz. Örneğin kamunun şu anda müteahhidi gibi çalışan TOKİ devletin birçok yatırımını üstlenmiş durumda. TOKİ şu anda merkezi yönetim bütçesine dahil değil. Ve bunun da ötesinde bütçe açığının düşük olmasının ne sokaktaki insana ne de ülkenin üretim potansiyelinin artmasına doğrudan hiçbir katkısı yok. Dolaylı olarak ise yabancı yatırımcıyı memnun etme, cari açığı finanse etmeyi olası kılma dışında önemli bir sinyal değil.

»Bu işin içinden nasıl çıkarız?

Bizlerin yapacağı, finansal spekülasyon ve borçlanma yolunda değil çok bilinçli bir kamu hamlesiyle, özel yatırımların da uyarılarak ve bölgesel eşitliği gözeterek yeni sabit sermaye ve istihdam yaratıcı yatırımların artırılmasına dönük olmalı. Bu yatırımların Batı’da merkezileşmiş yerler dışında Ankara’nın Doğu’suna yönelmesi, yenilenebilir enerji ve organik tarım gibi yeni sanayi deseninin devreye sokulması gerekiyor. Şu an İstanbul’daki 4. Köprü, 3. Havalimanı ve kanal İstanbul projeleri gibi büyük yatırım projeleri olarak nitelendirilen, fakat sanayisizleşmeyi, bölgesel eşitsizliği teşvik eden ve Türkiye’yi sürekli olarak sosyal bir şiddete yönelten büyüme stratejisinin terk edilerek adaletli, hukuk bütünlüğüne dayanan bir ekonomi anlayışına ihtiyacımız var.

Kaynak: Birgun.net