Aysel Sağır

Sosyalizm çok çetrefilli bir yol. Her ne kadar kapitalistleri ve kapitalizmi alaşağı etmeyi hedeflese de yolun sonunda -kılıf değiştirmiş haliyle- onunla yeniden karşılaşmak mümkün. Hatta yolun sonunu beklemeye de hiç gerek yok! En basit haliyle, sistemin yönetici öznelerinin kimler olacağı konusu bile daha başından sosyalizmin kaderi hakkında net bilgi veriyor. Tam da burada aydınlar çok şaibeli bir yerde duruyor.

Jan Waclaw Makhayski, Aydınlar Sosyalizm’nde, oldukça önemli bir soruna parmak basarken, tüm incelemesini de bu sorun üzerinde odaklandırıyor. Polonyalı düşünür Makhayski’nin sosyalizmde aydınların rolüyle ilgili tezlerini 1917 Ekim Devrim’i öncesinden oluşturduğu düşünülürse, sağlama yapmaya da gerek kalmıyor. Zira yönetmeyle ilgili oluşturulan mekanizma uzantısında reel sosyalizmin iflas etmesinde Makhaykski’yi doğrulayan nice unsur(lar) bulunuyor. Ama konumuz, daha doğrusu Makhayski’nin konusu reel sosyalizmde yaşanan hüsran değil. O daha çok yaşanacak hüsrana neden olacak tespitleri sağlam analizlerle öne sürmekle yetinirken, tarih de bunu kanıtlamış oluyor sadece.

Profesyonel aydınların sömürüsü
Peki, -yaklaşık iki yüz yıldır- bu sorun tespit edildiği halde, günümüzde aynı yanlışlar üzerinde ısrar eden sosyalizm yaklaşımlarına ne demeli!? Ya da bir takım aydınlar olarak kibri elden bırakmamak niye!? “Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi” olmayanların kendi dinamikleri içinden kuracakları yönetim mekanizmasının reel sosyalizmde de hayata geçmediği düşünülürse, konunun son derece hassas ve yakıcı bir yerde durduğunu hatırlatmaya gerek var mı(!?) Yaklaşım olarak aynı yanlışlarda ısrar edilmesi, biraz da kolaycılıktan, ezberleri bozmak istememekten, ama en önemlisi de düşünce tembelliğinden ileri geliyor dersek sorunun özüne birazcık yaklaşmış oluruz. Birazcık çünkü, yönetmek meselesi çok derin.



Yöneten öznesi olmak, işin daha başından yönetilenlerin yeterli zihinsel özellik ve yeteneklere sahip olmamalarını da beraberinde getirdiğinden, yönetenlere hiç de hak etmedikleri misyon(lar) ve güç yüklüyor. Gerisi ise çorap söküğü gibi geliyor. Ezilenler bu kez de sosyalizm soslu bir çarkın içinde, gizli kapitalistlerin, yani yönetici kapitalistlerin eline kendi istekleriyle düşmüş oluyorlar. Üstelik bir önceki sistemde kuşandıkları silahlarını da terk etmiş olarak. Marx’ın tezlerinden hareketle de eleştirel yazılarını defterlerinde toplayan Makhayski ise bunun çok net gördüğünden şöyle diyor; “Sosyalizm, işçilerin profesyonel aydınlar tarafından sömürülmelerine dayanan bir yönetimdir...”

Düşünürün söz konusu tezleri –yeniden- yirminci yüzyılın başlarında yapılandırdığını göz önünde bulundurmakta fayda var. Varşova Üniversitesi’nde okurken, çarlığa karşı mücadele eden Makhayski, sosyalizme bağladığı Leh ulusal amaçlarına yönelir ve ülkeye gizlice devrimci yayınlar sokar. Sonrasında da (1891) Galiç’te tutuklanır. Yaşadığı sürece sosyalizmin doğası ve rolü hakkında derinlikli incelemeler yapan Makhayski’nin eleştiri yazılarıyla sosyalizm yaklaşımlarındaki yanlış ve eksikler görünür kılmasının ne denli önemli olduğunu söylemeye gerek var mı(?)

Tıpkı İsa öğretisi gibi…
Başlangıçta, Alman sosyal demokrasisini -devrimci ve Marksist çerçevede- eleştiren Makhayski, sonradan eleştiri oklarını Rus Marksistlerine yöneltir. Tabii burada kalmayacaktır. Düşünürün en son eleştiri odağı ise, Marx’ın kendisi ve sosyalizm olacaktır. Buna ihtiyaç var mıdır(?) Diğer öğretilerle birlikte. Marx’ın öğretileri de bir vahiy gibi kabullenilmemelidir öncelikle. “Marksizm, 19. Yüzyıl sosyalizminin en iyi ifadesi olduğundan, tüm çağdaş sosyalizmle birlikte kesin vahiyler üzerine kurulu dine, bu vahiyde yer alan sömürülenlerin kurtuluşu tasarısının hemen gerçekleşemez olması yüzünden bir dine dönüşmeye karar verdi. Ve Marksizm, bütün sömürücüler bunu ilerlemenin ve egemenliklerinin doğrulanması olarak düşündükleri ve kabul ettikleri için –tıpkı İsa öğretisi zamanında olduğu gibi- çürütülemez proleter bir dinsel öğreti haline geldi.”

Makhayski’nin, o dönemlerde Kapital’in “İncil” haline gelmesinden derin kaygılar duyduğunu hatırlatmakta fayda. Zira bugün de Kapital’e aynı tutumla yaklaşıldığını göz önünde bulundurursak, kaygı daha da üst boyutlara tırmanıyor. Ama her şeyden önce, hiçbir öğretiye ve teze kutsallık atfetmemek gerekiyor. Zira söz konusu yaklaşım hataları da beraberinde getiriyor. Peki, “bilgi kapitalistleri” (Makhayski böyle nitelendiriyor), ezilenleri yönetmeye kalktığında ne oluyor? “Bütün yönetimlerin en zedegan havalı, en kibirli, en küstah ve başkalarını alabildiğine küçümseyen bilimsel aklın hükümranlığı” çıkıyor ortaya. Böylelikle de, “yeni (bir) sınıf, hem gerçek hem asılsız yeni bir ulema hiyerarşisi” doğuyor.

Devletin “bir sınıfın başka bir sınıf üzerinde baskı aracı” olduğu tespiti de böylelikle tartışmalı hale geliyor. Daha doğrusu baskılanan kesim ezilenler olarak varlığını korumaya devam ediyor. “Zira devletin tümü, en cumhuriyetçi ve demokratik olanı bile, hatta Bay Marx tarafından düşünüldüğü gibi sözde halkçı olanı bile –halkın gerçek çıkarlarını halkın kendisinden güya daha iyi bilen- ulema dolayısıyla ayrıcalıklı bir azınlık tarafından yığınların yukarıdan aşağıya yönetilmelerinden başka bir şey” olamıyor özünde.

Görüldüğü gibi, bütün alıntılar sorunun özünü tartışma gerektirmeksizin ortaya çıkarıyor. Tabii, tüm dünya halklarının aynı sorunu yaşaması, bunun üzerine halen kafa yoruluyor olması işin başka bir boyutu. Ezilenlerin sistemi değiştirmek için verdikleri mücadele sürecinde bunu anlamaları çok önemli.

Kaynak: Birgun.net