Midilli’yle ortak denizimizde artık acı hikâyelerimiz de ortak. Lodos ortaktı, güneş, yağmur, bulut, balıklar ortaktı. Güzel günler, Müsellim kayalıkları ortaktı. Ne yazık ki artık, cansız çocuk bedenlerinin kıyılara vurduğu bir ortak denizimiz var. Yaz ve sonbaharda keyifle yüzüp, Zeus’un güneşinde yıkandığımız sahillerde artık gri bulutlar ve umut adasına ulaşamayanların sessiz çığlıkları var.

Bahar bu sene ilk kez göz kırparken yola çıktık. Yazın ve sonbaharda sıkça dinlediğimiz şarkılar, unuttuğumuz şarkı sözleri ve özlediğimiz yollardaydık yine karavanla. Hava o kadar güzeldi ki, cam açık gitmeyi bile özlediğimi fark ettim. Yolda olmayı, zeytin ağaçlarını izlemeyi bir de... Sadece bu kadar.

Kıvrımlı, bir o kadar da alımlı köy yollarına geldiğimde tüm yol yorgunluğumu unuttum. Güzergâhı karavanım bile öğrenmişti. Nerede vites değiştireceğimi, hangi viraja ne kadar hızla gireceğimi biliyormuşçasına davranıyordu yolda. Dünyanın nadide manzaralarından birini izleyerek, son viraja geldiğimizde umut adası karşımızda bu kez daha bitkin, daha sessiz ve kırgın bir halde bakıyordu bize. Güneş batmak üzere, bulutlar gri rengine bürünmüş, deniz gecenin ilerleyen saatlerinde azmak için güç toplarken, umut adası öylece duruyor karşımda.

Bu denizde son iki yılda ne çok çocuk boğuldu, ne kadar çok bebek öldü, ne denli acılar yaşandı... Umut adasıyla ortak denizimizdeki ortak hikâyelerde artık bu acılara da yer verecek hafızalarımız. Daha düne kadar rüzgârımız, dalgamız, yağmurumuz, güneşimiz ve hatta fırtınamız ortakken, bugün artık bu denizden çıkan acılarımız ortak ne yazık ki.

Bu deniz, lodosun ve poyrazın beşiğiyken, başımız önde ifade edebiliriz ki artık çocukların kıyıya vurduğu bir deniz. Duygusal, naif, aşkla anlatılan hikâyelerin sonuna geldik karşımızda Midilli varken...

Kıvrımlı, bir o kadar da alımlı köy yollarından, son sapağa gelene dek “acaba” mı sorusu aklımdaydı: “Hava dingin, acaba bu gece de umuda doğru yola çıkarlarsa? Ya bot batarsa? İnsanlar kıyıya vurursa? İmdat çığlıkları yükselirse?” diye geçirmeden duramadım. Bilmek acı, görmek ve bunu yaşamak daha da acı.


O insana benzeyenler, Ege’yi acımasızca tahkir ediyorlar. Biliyorum ki ama doğa, ama Ege, ama diyalektik bir gün onları öyle bir tezyif edecek ki, bu şimşeğin nereden geldiğini anlamayacaklar. Buna eminim ve inanıyorum.
Burası dönüşüyor. Turizmin parasal getirisinin önüne hiçbir şeyin geçemeyeceği düşünülürken, artık bu fikir değişiyor. Üzgünüm, kırgınım ve kızgınım ki insanları ölüme gönderen, karşılığında binlerce avrolar kazanan, onlara sıcak bir çay bile vermeyen insanlarla aynı kara parçasına ayak basıyorum. Bilin diye söyleyeyim, “Biz onların iyiliği için bunu yapıyoruz(!)” diyenlerdir onlar.

Kıvrımlı, bir o kadar da alımlı köy yollarından, ıssız koylara indiğimizde geçmişte denizde yüzenleri, sahilde güneşlenenleri, adaya karşı efkârlı sigara tüttürenleri görüyorken, artık yaşamın olduğu koylarda, ellerinde fenerli adamları, kıyıya vuran tekneleri, sayılamayacak dek can yeleklerini, kana bulanmış sahilleri görmek var. Arapça aşk mektuplarını, ders notlarını, makyaj çantalarını, yüzükleri, kopan giden yaşamları, kaybolan umutları görmek var. Bir ada kucak açarken savaştan kaçanlara, bir yer var ki onları para karşılığı ölüme yollayan, işte onları da görmek var.
Bebek bezlerinden tutun sayfaları kopmuş pasaportları, rimelden tutun bir bebenin Hello Kity’li çocuk aynasını, bir genç kızın mücevher kutusunu da tıbbı malzemeleri de, yeni gebe kalan kadının hastane raporlarını da içi boşaltılmış cüzdanları da taşıyor lodos... Lodos da acımasız, lodos da sorgusuz.

Uyuyorum ve kâbus benimle. Jandarmaya yalan ihbarda bulunan insan kaçakçıları, devriye gezen jandarmanın ters yönünden botları denize indiriyor. Film camlarla kaplanmış bembeyaz arabalar geçiyor önümden, direksiyonunda ‘organizatör’lerin olduğu. Sabaha karşı denizden gelen kadın ve çocuk çığlıklarıyla uyanan insanlar ömür boyu unutamayacak travmalar yaşıyor. Kendilerine organizatör diyen alçaklar gönderdikleri her bot için bir koyun kurban ediyorlar. Batan, kıyıya vuran teknelerin içinden hüngür hüngür ağlayarak sabaha kadar cesetler çıkartıyorlar. Sahile sadece belden aşağısı kalmış bedenler vuruyor. Bir kadın, tarlanın orta yerine sığınan onlarca mülteciye, yağmur altında çorba dağıtırken hüngür hüngür ağlıyor. Köyün en güzel pansiyonunu satın alıp, mültecilerin umut yolculuğundan önce ceplerindeki son paraları da o otelde el koyanlar son model araçlarıyla sahilde turluyor. Ellerine çocuk kanı bulaşanlar, o elleriyle çocuklarının yanaklarını sıkıyor. Ter içinde uyanıyorum.

Ege’nin en güzel sahilleri acıları büyütüyor artık. Şimdi sabah oldu, dalga sesi geliyor. Burada yaşayan onurlu, insanları ölüme gönderen ölüm sarmalının çarkına girmeyen insanlar da var. Onlarlayız. Hem konuşuyor, hem bulutların ardından açmaya çalışan güneşi gözlüyoruz.

Eskiden lodosun getirdiği tahtalar toplanır, kurutulur yakılırdı. Bazen yazdan kalma bir deniz yatağı körfezi dolanır, lodosla birlikte kıyıya vururdu. Plastik futbol topları, çöpler, balıkçı teknelerinden düşen kürekler ve dahası gelirdi sahile. Şimdi denizin üzerinde devriye gezen helikopterin sesine, kıyıya vuran çocuk bedenlerinin duyulmaz çığlığı karışıyor.

Evet, Midilli’yi izliyorum. Çay içiyorum. Köylüleri dinliyorum. Ateşi ve ihaneti, bir köyün çöküşünü, köyün kimliğinin nasıl değiştiğini, arkadaşlıkların nasıl da ortadan ikiye çatır çutur yarıldığını görüyorum.
Hadi, durmadan soralım kendimize: Biz ne zaman, bu kadar kötü insanlar olduk?

Kaynak: Birgun.net