BERNA ATAOĞLU - [email protected]

Bir çocuk! Doğuyor, büyüyor ve ölüyor. İlk insandan bu yana sürekliliği olan tek şey bu belki de. Varolduğunu düşündüğümüz onca kalıp, kural, günah, ayıp, kanun yani geriye kalan her şeyin kendi elimizle yaratılmış detaylar olduğunu görmüyoruz. Biz doğmadan, ne renk odalarda yatacağımız, hangi oyunları oynayacağımız, nasıl bir gelecek kuracağımız, hangi meslekleri seçebileceğimiz ya da meslek seçip seçemeyeceğimiz belirleniyor. Kadınsak; naif, kırılgan, nazlı, korunmaya muhtaç, evinin hanımı, hanım hanımcık, namuslu, doğurgan, anne, evi çekip çeviren olmayı, erkeksek; güçlü, sert, başarılı, özgür, eli ekmek tutan, namusunu koruyan kollayan olmayı öğreniyoruz. Bize yüklenmiş olan bu sıfatların doğanın kanunu olduğu yalanına inanarak ve bunu her gün yeniden üreterek yaşıyoruz. Oluşturduğu bu ataerkil görme biçimiyle yerini daha da sağlamlaştıran kapitalizmin bize kim olduğumuzu dayatmakla kalmayıp ne isteyeceğimizi de belirlediğini görmezden geliyoruz. Halbuki o, karşılanmadığında ölecekmişiz gibi hissetmemize neden olan ihtiyaçlar yaratıyor ve biz onlara ulaşmaya çalışırken kendi yerini sağlamlaştırıyor. Soru sormadan, çalışıp, tüketip, inanıp ‘’ doğal döngüyü’’ besleyelim istiyor. Bizi yeni aileler kurmaya ve böylelikle yeni ev, yeni buzdolabı, yeni koltuk takımı almaya ve hatta aldıklarımızı da tekrar tekrar yenilemeye zorluyor. Kendimizi bu yalana öyle kaptırıyoruz ki biçilen rollerin dışına çıkmaya çalışanları önce biz cezalandırıyoruz. Anne olmamış kadını eksik, lüks eve sahip olmayan erkeği başarısız ilan ediyoruz.

İzlanda edebiyatı için çok önemli bir isim olan Svava Jacabsdottır’ın anısına oynanacak bir oyun yazması isteniyor Vala Thorsdottır’dan. O’da Jacabsdottır tarafından oluşturulan beş öyküyü kendi eklemeleri ve kurgusuyla harmanlayıp 2005 yılında ‘’ Mutfak Söyleşileri’’ni yazıyor. Kapitalizmin’in varettiği tüketim toplumunun bizler tarafından nasıl yeniden üretildiğini, standart hale getirilmiş kimliklerle donatılmış kadınların öyküleriyle bize anlatan bu oyun şimdilerde Tiyatrogrotto tarafından Polat Niloğlu dramaturjisi ve rejisiyle sahneleniyor.

Metin birbiri içine geçmiş altı hikayeden oluşuyor. Bu hikayelerin beşi Svava Jacabsdottır tarafından oluşturulan; kadın ve erkek, ebeveynler ve çocuklar arasındaki ilişkileri ve ölümü anlatan öyküler. Fakat her şeyin başının hamilelik ve doğum olduğunu düşünen Vala Thorsdottır oyuna altıncı öykü olarak ‘’hamile kadın’’ı ekliyor. Absürd bir dille yazılan ve bolca grotesk öğe de barındıran Mutfak Söyleşileri’nin beş kadın ve bir erkek oyuncu ile oynanması gerektiğini söyleyen Thorsdottır, böylece kadın ve erkek arasındaki dengesizliğe dikkat çekiyor.

‘’Birbirine adanmış’’ başlıklı bölümde evlilik kurumunu eleştiren yazar, sevmeyi ve birlikte olmayı uzuvlarımızdan vazgeçersine kendimizi adamak zannediyor oluşumuzu farkedelim istiyor. Ellerini kesip eşlerine veren kadınlar, bu adanmışlıktan korkan, kaçan erkekler, ancak bir eşe sahip olduklarında eksiği tamamlanan insanların sembolizasyonu ile tüm bu ritüellerin içinin boşluğu ve ebeveynlerin bu boşluğa katkısı görünür hale getiriliyor.

‘’Çocuklar için bir hikaye’’ başlıklı diğer bölümde evli ve çocuklu bir ailenin belirlenilmiş rolleri açık edilmeye çalışılıyor. Çocuklarının eğitimi için saçını süpürge etmekten daha da ileri giderek, kocasının akıllılık edip aldığı testereyle beyninin çıkarılmasına izin veren bir anne, çalışan eve para getiren bir baba, ebeveynlerini süistimal eden çocuklar gösterilerek kutsal olduğunu düşündüğümüz aile kavramı yapısöküme uğratılıyor. Anne, beyni çıkarılmış ve bir kavanoza konulmuş olmasına rağmen hayatına devam edebiliyor hatta eskisinden daha iyi problem çözebiliyor. Sistem tarafından yıkanmış beyinlerin varlığının anlamsızlığına vurgu yapılan bu bölümde kadınlar arasında oluşturulan rekabet ortamına da değiniliyor. Kadınların erkek egemen toplum yapısında zaten aşağı konumda oluşlarını kabullenip, kendilerine yüklenmiş sıfatların yeniden üretimi konusunda birbirlerine nasıl bekçilik ettikleri ve böylece kendi zincirlerinin yine kendileri tarafından nasıl sağlamlaştırıldığı anlatılmaya çalışılıyor. Tüm benliklerini kocalarına ve çocuklarına adamış kadınların çocukları büyüyüp evden uzaklaşmaya başladıklarında anlamını yitiren hayatları, kadının beyninden sonra kalbini de sökmesiyle açık ediliyor.

‘’ Bir yengeç, bir nikah, bir ölüm’’ adlı bölümdeyse düğün günü ölecek bir kadınla evlenecek olan erkeğin doksandokuz yıl garantili mermer başlıklı yatak yaptırıyor oluşu gösterilerek , son nefesimizi bile gösterişli eşyalara sahip olmak için harcıyor oluşumuz ve varlığımıza yüklediğimiz anlamların manasızlığı ortaya çıkarılıyor.

Çocuk doğuramayan kadınların eksik ve hatta ‘’ özürlü ‘’ olduğu şekilde yaratılan algı ‘’ Mutfak Ölçüsü’’ isimli bölümde işleniyor. Karısının hiç kımıldamak zorunda kalmayacağı bir mutfak tasarlamayı akıl eden erkek, kendini dışardakilere karşı çok anlayışlı ve kibar göstermeye çalışırken yalnız kaldıklarında karısına küfrediyor olmayı hak olarak görüyor.

Erkekliğini küfrederek yeniden inşa etmeye çalışan ve karısını komşularının önünde küçük düşüren bir başka erkek tipi de ‘’ Taş duvar altında bir parti ‘’ isimli bölümde sorunsallaştırılıyor. Birbirlerine gerçek aşkla bağlanmış olan bir kadın ve bir erkeğin, ‘’ daha iyi’’ şartlara sahip olmak için verdikleri mücadeleler içinde hem kendilerine hem de birbirlerine nasıl yabancılaştıklarının altı çiziliyor.

Vala Thorsdottır tarafından eklenen ‘’ Hamile kadın’’ bölümündeyse bir kadının hamile kalışıyla hem kadınlığını hem kişiliğini kaybedişi; kocasının onunla cinsel birliktelik yaşamak istememesi ve insanların artık onu görmezden gelip karnıyla konuşmaya başlamasıyla veriliyor. Anne olmak için verilen mücadelenin döngüyü devam ettirmek üzerindeki etkisi ve doğuran kadınların kendi benliklerini yokedişleri, çoğalırken yitişlerine vurgu yapılıyor.

Polat Niloğlu sahnelemede özellikle ‘’ boşluk ’’ temasını ön plana çıkarmayı seçmiş. Metindeki bazı öyküleri ve bazı bölümleri kullanmayan Niloğlu sistemin üzerimize yüklediği sıfatlar, kurmamızı istediği cümleler olmadığında koca bir boşluk içinde kaldığımızı ve bunu nesilden nesile nasıl taşıyor olduğumuzu farketmemizi istemiş. Sahnelemenin atmosferine hakim olan, boşluğun yarattığı huzursuzluğu derinden hissetmemizi, bunların sebeplerini oyunu izlerken bile düşünmemizi amaçlayan bu sahneleme tasarımında uzun esler ve düşük bir tempo tercih edilmiş. Dekorda gerçekliği temsil eden tek şey bir tekli koltuk. Onun dışında sahnenin solunda ve karşısında beyaz tuğlalar konumlandırılmış. Aksesuarlar metalik gri. Zamansız ve mekansız bir ortam yaratılarak, işlenen konunun evrenselliği ortaya çıkarılmaya çalışılmış. Kapitalizmin yarattığı tektipleşmeye de vurgu yapan bu seçim, kostümlerin de benzer bir ‘’ moda ‘’ ile hazırlanışıyla pekiştirilmiş. Elbiselerinin altından çıkardıkları iç çamaşırlarıyla etrafı temizlemeye koyulan kadınlar, annesinin anneannesinin bıraktığı işi devralan çocuklar torunlar, daha büyük kek yapamadığı için arkadaşları tarafından dışlanan ev hanımları, erkekliğini yeniden inşa etmek için yarı çıplak misafirlerin önünde güç gösterisi yapan erkekler, hep daha iyisine sahip olunmaya çalışırken elde özde olan her şeyi de kaybeden insanlar sakin sakin yavaş yavaş işlenmiş. Oyunculuklar statik ve doğal olmaktan uzak. Böylece üzerimizde oynanan oyunların bize yüklenen rollerin uyumsuzluğuna dikkat çekilmiş.

Beş kadın ve bir erkek oyuncu tarafından oynanan ve yaklaşık bir saat süren oyunda müzik kullanılmamış. Düşük tempo ve uzun eslerin tercih edilişi her ne kadar iletiyi desteklese de oyunun seyir zevki açısından tehlike yaratıyor. Kadınların ellerinde kutularla gelip ‘’ Adalheidur ‘’ diyerek kutuları ev sahibine uzattıkları sahnede oyun kişisinin isminin kullanılması, diğer sahnelerde isimler kullanılmadığından kafa karışıklığı yaratıyor.

‘’ Sıradan korku hikayeleri’’ temasıyla oyununu tanıtan tiyatrogrotto bizi kendi sıradan hikayemizin korkunçluğunu düşündürmeye itiyor ve içimizdeki boşluğu doldurmaya çalışırken kullandığımız araçların yeni boşluklar yarattığını görmemizi sağlıyor.

Oyun oyun içinde, izliyoruz, izleniyoruz: "Hamlet"

Kimliğini kaybetmeye zorlanan kadınlar üzerine bir oyun: Lena, Leyla ve diğerleri

Deliliğimizi yüzümüze vuran oyun: Bir Delinin Hatıra Defteri

Çarşı'da bir müstehcen oyun: "Günlük Müstehcen Sırlar"

Kaynak: Birgun.net