DENİZER ŞANLI
Hukukçu

Geçen haftanın Birgün Pazar’ında, ilan edilen OHAL’e ilişkin iki yazı yayımlandı. Yazılardan ilki[i] OHAL’in siyasal-toplumsal işlev ve karakterini analiz ederken, darbe girişimi ile ilgili soruşturma ve tasfiyelerin “demokratik” ve “katılımcı” olması gereğine vurgu yapıyor ve özellikle şüphelilerle ilgili Ceza Yargılamaları sürecinin, “hukuk”un iktidar lehine “harcanması”yla sonuçlanacak bir biçimde örgütlenme tehlikesine dikkat çekiyor. İkinci yazı ise[ii] özellikle Alman Profesör Schmitt’in yoğunlaştığı “Olağanüstü Hal” ve “İstisna” kavramlarını esas alarak “istisna” halinin bizzat devlet eliyle yaratılması ve böylece bir iktidar aracı haline dönüştürülmesine vurgu yapıyor. Her iki yazının tartışma alanlarından ve temalarından yararlanarak konuyla ilgili bazı birtakım saptamalarda bulunulabilir.

Terörle Mücadele Yasaları ve Olağanüstü Hal rejimi, “normal” hukuk düzeni açısından istisnai ve ayrıksı bir durumu değil, olağan hukuk rejimi içerisine yerleştirilmiş, sürekli ve “normal” bir hali gösterirler. Özellikle Terör Yasaları rejimi ile karakterize olan durum, hem bulunduğu varsayılan istisnai halin (Terörizm) ve hem de bu halin gerektirdiği “tedbir”lerin kesintisiz bir hukuk pratiği olarak devamı olarak varlık bulur. Bahsedilen “tedbir”ler, tanımlanan “hedef” açısından, temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran, Anayasal güvencelerin hukuksal-pratik anlamlarını yok eden, böylece “askıya alma” halini hukukun olağan işleyişi içerisinde normal hale getiren içeriktedir. Kısaca, “olağanüstü durum”, hukuki rejimi açısından, belirli koşul ve şartlarda uygulanan ayrıksı bir durumu değil, normalite kazanmış ve istikrarlı bir süreklilik olarak yürürlük kazanmıştır.

Gerek Terör Hukuku rejimi, gerekse de bu rejimin yoğunlaşmış ve özelleşmiş bir safhası olarak Olağanüstü Hal, verilen bir “karar”a dayanır: “Terör” nedir? “Terörist” kime denir? Hangi durumlarda koşullar “olağanüstü” hale gelir? Olağanüstü koşullarda hangi olağanüstü önlemler alınır? Bu sorular, “kararı veren” tarafından sorulur, yanıtlanırlar ve her koşulda belirlenen/ varsayılan “düşman”ın imhası amacına yönelirler. Amaç, düşmanın en etkili ve kısa yoldan saf dışı bırakılmasıdır ve bu amaç, “normal” hukuk rejiminin bir fonksiyonu olarak gerçekleştirilir.

Kurulan yargı düzeni, aslen ve özellikle ilerici-toplumsal sınıf ve grupları istikrarlı biçimde hedefe almasının yanında, egemen blokları oluşturan güçlerin birbirleriyle hesaplaşmalarına da son derece uygun bir zemin yaratır, hatta hesaplaşmanın vazgeçilmeyecek zeminlerinden biri haline gelir. Bu “hesap görme”, özgün siyasal yapıdaki değişikliklere bağlı olarak, rollerin kısa zaman aralıklarında ve sürekli değişimini de beraberinde getirebilir: “Karar”ı alan değişebilir, bugünün “yargılayan”ı yarının “yargılanan”ı olabilir, bütün roller değişebilir. Hukuk rejimi, gerek yöneten-yönetilen ilişkisi ve gerekse de yönetenler arası ilişki açısından hem derin bir “yönetme krizi”nin varlığını gösterir, hem de bu krizin süreklileşmesinden ve derinleşmesinden başka bir sonuç doğurmaz. Böylesi bir hukuk rejiminin en önemli sonucu, yargı alanının toplumsal meşruiyetinin ortadan kalkmasıdır.

Bir “karar”a dayanan ve bunun bir gereği ve fonksiyonu olarak işlevlenen hukuk, hem maddi hem de usuli açıdan, bir Ceza kovuşturması ve yargılamasından beklenen amaç ve işlevi de tümüyle ortadan kaldırır. Maddi gerçeğin, aydınlanmacı ceza hukuku anlayışı ışığında(adil yargılanma hakkı, masumiyet karinesi vb) ortaya çıkarılması biçiminde özetlenebilecek olan işleyiş, tümüyle ters düz edilir. Ceza Yargılaması, siyasal alanın bir parçası haline gelir ve bu alanın egemenlik/güç ilişkilerinin belirlenmesine ve üretilmesi amacına özgülenir.

Olağanüstü durumun yürürlükteki “olağan hukuk” içerisinde sürekli bir işleyiş kazanması, hukuk sisteminin ontolojisine ilişkin ise, bu yapıdan, bilinen anlamda “hukuk devleti”ne ait değerler ışığında bir yargılama ve soruşturma da beklenmemelidir. Böylesi bir beklenti, handeyse eşyanın tabiatına aykırı olacaktır. Sorun, somut durumda tehlikeyi ve hedefi belirleyen ve “karar”a bağlayan öznenin siyasal nitelik ve tercihlerinden öte, hukuksal yapı ve işleyişin bizatihi “karar”a bağlı olması ve bu kararın gereklerinin hızlı, etkin ve sonuç alıcı (düşmanın safdışı bırakılması) biçimde, buna mukabil muhataplar açısından da tüm özgürlüklerin ve bilinen hukuki güvencelerin askıya alınması şeklinde sonuçlandırılmasını öngören yapı ile ilgilidir. Belirtilen anlamda Terör rejiminin kurulmasından bu yana uzunca süredir sergilenen hukuksal pratikler, bu durumun en berrak kanıtıdır: Sol-muhalif grup ve kesimlere karşı istikrarlı biçimde (ve her “türlü” muktedir tarafından) uygulanan yargısal pratikler başta olmak üzere, bu hukuk/yargı yapısının egemenler arasındaki problemlerin çözümü amacıyla kullanıldığı davaların tamamı (Ergenekon,Balyoz vb), sorunun tercihler ve niyetlerin ötesinde olduğunu göstermektedir. Bu hukuk yapısının, yargılanın hedefi olanlar açısından, özgürlüklerin ve hukuki güvencelerin askıya alınmasından başka üretebileceği bir sonuç yoktur.

Bu olağanüstü hukuk, her dönemde hedefi ve aslında varlık nedeni olan ilerici sınıflar ve toplumsal kesimler tarafından bir mücadele alanı olarak ve özgün karşı-politikalar geliştirilmek üzere ele alınmalı, başta “Direnme Hakkı”nın güncel anlam ve biçimleri olmak üzere, siyasal/hukuksal tartışma ve pratiklerin konusu haline getirilmelidir.

[i] “OHAL; Kimin İçin, Niye?”,Orhan Gazi Ertekin-N.Anıl Gelberi,24.07.2016,BirGün Pazar

[ii] “Egemen ve Olağanüstü Hal”,Mehmet Ali Yalaza,24.07.2016, BirGün Pazar

Kaynak: Birgun.net