15 Temmuz sonrası kamuda görevden uzaklaştırılan personel sayısı 93 bin, memuriyetten çıkarılan personel sayısı ise 59 bin 841. Üniversitelerde 5 bin 247 akademisyen hakkında soruşturma başlatıldı, bunlardan 4 bin 225’i görevden uzaklaştırıldı, 2 bin 341 akademisyen ise KHK’lerle üniversiteden ihraç edildi. Meslekten men edilen hâkim ve savcı sayısı 3 bin 392, 2 Anayasa Mahkemesi üyesi de meslekten men edilirken, Danıştay ve Sayıştay’dan ihraç edilen kişi sayısı 167. Ordudan ihraç edilenlerin sayısı 3534 iken, Emniyet’ten ihraç edilenlerin sayısı da 10 bin 26 kişiyi buldu. En büyük tasfiye Milli Eğitim Bakanlığında yaşandı ve 28 bin 163 kişi öğretmenlikten çıkarıldı, çok az bir kısmı göreve iade edilmek üzere 11 bin 285 Eğitim Sen üyesi açığa alındı.

***

Türkiye’de en zengin yüzde yirmilik nüfus dilimi, tüm gelirlerin yüzde 46’sına sahipken, en yoksul yüzde yirmi tüm gelirlerin sadece yüzde 6,1’ine sahip. Üstelik bir önceki yıla göre zenginlerin aldığı pay 0,6 puan artarken, yoksulların aldığı pay da 0,1 puan azaldı. Yani bir yıl öncesine göre zenginler biraz daha zenginleşirken, yoksullar biraz daha yoksullaştı. “Sürekli yoksulluk” oranı 2014’de 15,1’den 2015’te 15,8’e çıkarken, “maddi yoksunluk” oranı 2014’de yüzde 29,4’ten 2015’te 30,3’e yükseldi. İki günde bir et, tavuk ya da balık ürünlerinden birini içerecek şekilde yemek masraflarını karşılayamayanların oranı yüzde 32,6 oldu. Eylül 2016 itibariyle dört kişilik bir ailenin gıda harcaması, yani “açlık sınırı” 1386 liraya yükselirken, diğer insani harcamaları da katarak hesaplanan “yoksulluk sınırı” 4515 liraya yükseldi, bekâr bir çalışanın aylık yaşama maliyeti 1711 lira olarak hesaplandı. Asgari ücret ise 1300 lira.

***

Ortada kesin istatistikler bulunmamakla ve farklı sayılar verilmekle birlikte 2002-2015 arasında cinayete kurban giden kadınların sayısı 5 bin 46, 2016’nın ilk üç ayında katledilen kadınların sayısı ise 94. 2003-2014 arası iş cinayetlerinde yaşamını yitiren işçi sayısı 14 bin 587. Sadece Ağustos ayında 199 işçi yaşamını yitirirken, bu yılın ilk sekiz ayında yaşamını yitiren işçi sayısı 1250. Diyanet İşleri Başkanlığına 2016 yılında bütçeden ayrılan pay 6 milyar 482 milyon 979 bin lira. On yıl önce, yani 2006’da ise 1 milyar 452 milyon 773 bin liraydı, yani on yılda Diyanet bütçesi dört kattan fazla arttı. 2002 yılında imam-hatip lisesi sayısı 450 iken, 2016 yılında bu sayı 1149’a çıktı. Bu liselerde 2002 yılında 71 bin 100 öğrenci okuyordu, 2016 yılında ise imam-hatip liselerindeki öğrenci sayısı 555 bin 870 oldu. 4+4+4 öncesinde 2011-2012 eğitim-öğretim yılında 537 imam-hatip lisesinde 268 bin 245 öğrenci vardı, dolayısıyla 4+4+4 sonrası bu sayı ikiye katlandı. Yine 4+4+4 sonrası, 2014 yılında ortaokuldan mezun olan 36 bin 401 kız çocuğu liseye kayıt yaptırmadı. Türkiye’de çalışan çocuk sayısı bir milyona yakın, son üç yılda iş cinayetlerinde ölen çocuk işçi sayısı ise 176.

***

“Neyi Bildirir Sayılar” adlı şiirinde Nazım şöyle der: “Sayılar bebelerin kundakları / sayılar tabutları şehirlerin /öldürülmüş / öldürülebilecek olan / sayılar yaklaşan bir şeyleri bildirir / sayılar bildirir uzaklaşan bir şeyleri / nedir yaklaşan bize/bizden uzaklaşan nedir.”

Nazım’dan yola çıkarak söyleyelim, yukarıdaki sayılar bizden uzaklaşanın da yaklaşanın da ne olduğunu gösteriyor. Devlet aygıtının büyük ölçüde dağıldığı, güç odakları arası bir tür iç savaşın yaşanmaya devam ettiği, yüz binlerce insanın bir gecede işsiz kaldığı ve ne yapacaklarını bilemediği, sürecinin mağdurlarının sayısının bir milyonu aştığı, toplumun sosyolojik dokusunun hallaç pamuğu gibi atıldığı ve bunun sonuçlarına öyle ya da böyle tanıklık edeceğimiz bir dönemden geçiyoruz.

Kadınların ve işçilerin ölü bedenleri üzerinde yükselen, kız çocuklarını “çocuk gelin”liğe, erkek çocuklarını sanayi sitelerinde canı pahasına çalışmaya mahkûm eden, “dininin ve kininin sahibi nesiller” yetiştirmek için bütün okulları imam-hatip okuluna, bütün öğrencileri imam-hatip öğrencisine dönüştürmek isteyen bir rejimle karşı karşıyayız.

OHAL’in yeniden uzatılacak olmasıyla birlikte gayriresmi süreklileşmiş olağanüstü halden resmen süreklileşmiş olağanüstü hal idaresine geçiyoruz ve bu da rejimin karakterinin resmileşmesi anlamına geliyor. Meclis’in fiilen kapalı ve Anayasa'nın fiilen askıda olduğu, ülkenin KHK’lerle ve Saraydan yönetildiği bir yönetim biçimi giderek yerleşiyor ve kendi hukuki mekanizmalarını da oluşturuyor. Buna bir de içerideki ve dışarıdaki savaş politikalarını eklediğimizde manzara giderek netleşiyor, belirginleşiyor. Türkiye için zaman hızlanıyor, nereye varacağı bugünden tam olarak kestirilemeyecek ama hayırlı olmayacağı görülebilen bir yere doğru doludizgin gidiyoruz. “Bu gidişata müdahale edebilecek miyiz, edeceksek nasıl?” sorusunun ise hepimizin öncelikli sorusu olması gerekiyor.

Kaynak: Birgun.net