IMF-DB yıllık toplantıları ekim ayında gerçekleştirilir. Aynı dönemde uluslararası finans kuruluşları ardı ardına yıllık ekonomik raporlar yayınlarlar, küresel ekonomiye ilişkin öngörülerini kamuoyuyla paylaşırlar. Bu dönem bir bakıma dünya ekonomisindeki sorunların masaya yatırıldığı, geleceğe yönelik öngörülerin ve çözüm önerilerinin şekillendiği bilanço dönemidir. 2016 kapitalist küreselleşmenin, neoliberal tasarımın, piyasa toplumu kurgusunun; saltanatının sarsıldığı, inandırıcılığının azaldığı “hazan mevsimi” olarak tarihe geçmeye aday.

Aslında 90’lı yıllar da IMF-DB programlarına, kapitalist küreselleşmeye karşı tepkilerin yükseldiği, kitlesel gösterilerin yaygınlaştığı bir dönemdi. “Başka bir dünyanın” mümkün olduğuna inanan kitlelerin 1999’da ABD’nin Seattle kentinde toplanan DTÖ zirvesini engellemesi tüm dünya için umut olmuştu. IMF-DB zirvelerine karşı Washington, Prag, Cenova’daki çeşitli protestolar; Üçüncü Dünya’nın borçlarının iptalini talep eden, finansal piyasaların diktatörlüğünü hedef alan çeşitli inisiyatifler; ilki 2001’de Brezilya’nın Porto Allegre kentinde düzenlenen Dünya Sosyal Forumu, ardından Avrupa Sosyal Forumu; “sermaye enternasyonali” Davos Dünya Ekonomik Forumu’na karşı protestolar başka bir dünya arayışının dile getirildiği zeminler olmuştu.

Ama bu kez durum farklı; çünkü solcuların, sendikaların, toplumsal hareketlerin tepkileriyle sınırlı kalmayan, “sessiz çoğunluğun” politik süreçlere müdahalesiyle sonuçlanan bir süreç söz konusu. Brexit, Trump’ın yükselişi, Fransa’da faşist Marie Le Pen’e bir zaman sola oy veren bazı seçmenlerin bile itibar etmesi, “kapitalist küreselleşme”nin ayıkladığı, işsiz bıraktığı, yaşam standartlarını gerilettiği kitlelerin gazabının yansımaları. Kısaca, küreselleşme, ekonomik proramı neoliberaliz sadece ideolojik değil, ciddi bir politik tehdit altında. Bu da uluslararası mali kuruluşları, küreselleşme ideologlarını bir yandan savunmaya geçmeye zorluyor, bir yandan da uygulanan ekonomi politikalarında revizyon yapmak mecburiyetinde bırakıyor.

Utangaç itiraflar

IŞİD'in Türkiye'ye petrol satışı IMF raporunda

2008’de zirvesine ulaşan küresel krizin ardından, ilk itiraf “gelmiş geçmiş en iyi merkez bankacısı” ilan edilen, hatta “maestro” diye nitelenen FED eski başkanı Alan Greenspan’dan gelmişti. Greenspan, “kurumların, özellikle bankaların kendi çıkarlarını izlemesinin ekonominin de çıkarına olacağını varsayarak hata yaptım” demişti.

Zaman içerisinde küresel ekonomi bir türlü ivme kazanamayınca, tatminkar büyüme ve dış ticaret performansı yakalanamayınca Washington İkizleri diye nitelenen IMF-DB’den de çatlak sesler yükselmeye başladı. Çünkü mevcut reçetelerin sonuç vermediği, sistemin yol açtığı korkunç gelir ve servet dağılımı bozukluğunun giderek nihai talebi de zayıflattığı görüldü. Yüksek borç düzeyleri nedeniyle artık finansallaşma mekanizmalarıyla, yani geliri düşen kesimleri borçlandırarak nefes almak da zorlaştı. Hatırlanırsa, IMF kaynaklı neoliberalizm eleştirisini, “Ölçüsü Kaçan Neoliberalizm” başlıklı makaleden hareketle, Korkut Hoca daha Haziran’da şu özlü cümlelerle BirGün sayfalarına taşımıştı.

“Sonunda keşfetmişler ki, yıllarca önerdikleri, uyguladıkları politikaların önemli bir bölümü, tam tersi sonuçlar vermiştir. O zaman büyüme, bölüşüm amaçlarının tam tersini geliştiren neoliberal model, sadece araçlardan ibaret bir hilkat garibesi olmaz mı? (Bir Neoliberalizm Eleştirisi, BirGün 03.06.2016)

Söz konusu makaledeki ilk isim IMF Araştırma Bölümü Başkan Yardımcısı Jonathan Ostry, daha önce de neoliberalizmin “kutsal ilkelerini” tartışmaya açmıştı. Belli koşullarda sermaye kontrollerinin pekala uygulanabileceğini savunmuş, daha sonra da gelir dağılımında bozulmanın büyüme üzerinde olumsuz etki yaratacağını öne sürmüştü. Ostry’nin IMF’de kilit bir pozisyonda bulunması, neoliberal itikatın kalesi sayılan mevzilerde bile itibarın düştüğünü gösteriyor.

Üstelik uluslararası finansal kuruluşlar arasında krizden çıkış reçeteleri konusunda da fikir birliği bulunmuyor. IMF Genel Direktörü Christine Lagarde’ın demeçleri, uygulanan para politikalarında “güvercin” cenaha yakın bir pozisyon aldığını, çok düşük hatta negatif faize bel bağlayanlar cephesinde bulunduğunu gösteriyor. Buna karşın “merkez bankalarının merkez bankası” olarak nitelenen Uluslararası Ödemeler Bankası (BIS) ise, düşük faizlerin finansal piyasaları aşırı şişirmesinden duyduğu kaygıyı şu cümlelerle dile getiriyor:

“İçinde bulunduğumuz çıkmazda temel faktör, korkunç derecede zararlı finansal şişme ve patlama evrelerini ve doğurduğu borca dayalı büyüme modelini kontrol altına alma becerisi gösterememektir.”

Dış ticaret çıkmazda

Bilindiği gibi küreselleşmenin temel motoru, dış ticaretin yaygınlaşmasıdır. 2008 krizi öncesinde, dış ticaret genellikle küresel büyümenin iki katı bir ivmeyle artarken, kriz sonrasında zaten tatminkar seyretmeyen büyümenin de altında bir tempo sergiliyor. DTÖ’nün son tahminleriyle, 2016’da dünya ticareti nisan öngörüsü %2.8’in de altında, yüzde 1.7 düşük bir büyüme sergileyecek. 2017 beklentisi ise, önceki %3.6’nın oldukça altına, %1.8 ve %3.1 aralığına çekildi. IMF’nin henüz bazı bölümleri yayınlanan Dünya Ekonomik Görünüm Raporu da, dış ticaret konusuna yoğunlaşıyor ve bu yavaşlamanın büyük ölçüde büyümedeki ataletten kaynaklandığı sonucuna ulaşıyor.

Ampirik analiz, 2003-2007 aralığıyla karşılaştırılınca 2012’den bu yana reel dış ticaretteki büyüme açığının dörtte üç oranda zayıf ekonomik büyüme, özellikle bastırılmış yatırıma yorulabileceğini söylüyor. Çünkü reel talebin artmaması şirketlerin kar beklentilerini aşağı çekiyor, istihdamı ve üretim kapasitesini artıracak sabit sermaye yatırımlarından uzak durmalarına yol açıyor. Düşük faiz ortamında üretken yatırım yerine yer yer borçlanarak, çoğunlukla da nakit fazlalarını kullanarak; kendi hisselerini geri almak, temettüleri köpürtmek, şirket satın almalara yönelmek gibi finansal madrabazlıkları tercih ediyorlar. Bir Gün’deki söyleşisinde Erinç Yeldan’ın da vurguladığı gibi, aynen yatırımların yavaşlaması sonucu, Türkiye’de de sanayinin payı 2000 öncesinde milli gelirin kabaca %30’u düzeylerinden %15’i düzeyine geriliyor.

Polanyi anı

Bilindiği gibi UNCTAD, Birleşmiş Milletler’e bağlı, dizginsiz küreselleşmeye, ortodoks ekonomi politikalarına mesafeli, Keynesyen çizgiye yakın bir uluslararası kurumdur. Temel tezlerini yıllık Ticaret ve Kalkınma Raporu’ndan izlemek mümkündür. Geçtiğimiz günlerde erişime açılan 2016 raporunda, neoliberal kurguyu yeniden tartışmanın zamanının geldiğine dikkat çekerek, “özellikle yükselen ülkelerdeki 25 trilyon doları aşan şirket borçlarının alarm zilleri olarak yorumlanması gerektiğinin” altını çizerken, yakın bir gelecekte bu borçların ödenemez hale gelebileceği, finansal sistem üzerinde önemli bir baskı yaratabileceği uyarısında bulundu. Bilindiği gibi Türkiye’de de reel şirketlerin uzun vadeli dış borçları 100 milyar dolar sınırına dayanarak, sinyal veriyor.

Rapor stratejik sektörlere yatırımı öngören, Keynesyen bir “yeni küresel sözleşme” (Global new deal) öngörüyor. Ergin Yıldızoğlu’nun da hatırlattığı gibi, İngiliz sağ basınından Daily Telegraph’ın cevval köşe yazarı Evans Pritchard gibi beklenmedik çevrelerden de, aşağıdaki radikal cümlelerle, taraftar buluyor:

“Birleşmiş Milletler’in yükselen ülkelere tavsiyesi kredi kaderlerini tekrar kendi ellerine almaları ve finansal elitlerle masayı devirmeleri. Sermaye kontrolleri uygulayabilirler, dağıtılmamış karlara tercihli vergi getirebilirler ve fon yöneticilerini finansal varlıkları daha uzun süre elde tutmaya zorlayabilirler. Kredi tahsis kararlarını özürsüz kendileri verebilirler ve Kore’nin “finansal baskı” metodlarından bir iki numara kapabilirler.”

UNCTAD raporunun girişinde, içinde bulunduğumuz konjonktürün, “Polanyi anı” diye nitelenebileceği vurgulanıyor. Bu ifade Macar kökenli değerli düşünür Karl Polanyi’nin, “Büyük Dönüşüm” eserindeki, “piyasaların kendi hallerine bırakılması halinde, toplumsal ilişkileri ve dokuyu harap edeceğine” ilişkin tezlerine referans veriyor. Polanyi bu durumda, sözkonusu süreçlerden yaşamı ve çıkarı zarar gören kesimlerin karşı tepkilerinin de çok geçmeden ortaya çıkacağını öngörür.

Dünyanın böyle kritik bir dönemeçte bulunduğunu söyleyebiliriz. Önemli olan, neoliberalizme karşı gelişen öfkeyi, reaksiyoner sağın göçmenleri ve yabancıları hedef alan çekim alanından çıkarıp, “sol, kamucu ve enternasyonalist” bir zemine oturtmak. Bu önemli kavşakta, tarihin bize sırf alternatif programatik çerçeveyi çizmek değil, “kapitalist küreselleşmeye ve neoliberalizme” direnişin politik öznesini yaratmak sorumluluğu da yüklediğini akıldan çıkartmamak gerekiyor.

Kaynak: Birgun.net