Herhalde uzun bir süre daha konuşulacağa benziyor Yenikapı mitingi. Katılımcı sayısının 5 milyon olduğu konusunda bir görüş birliği de var. Atlatılmış bir darbe girişiminin ardından sağın çok sevdiği “millet-devlet” bütünleşmesinin örneği olarak sayıya önem verilmesi anlaşılabilir.

Devletin tüm gücüyle gerçekleşmesine çalıştığı, bu amaçla toplu taşıma araçlarını ücretsiz kılmaktan tutun, çeşitli nedenlerle katılmamış olanların şu “millet-devlet bütünleşmesi”nin dışında tutulacağı havasını bilinçli bir biçimde yaymaya kadar bu bir devlet organizasyonu tabii. “Kurtarılan” demokrasinin hala ne olduğu konusunda bir açıklık olmamakla beraber şimdilik “milli uzlaşı”nın sağlanmasının önemli olduğuna vurgu yapılıyor. Kurtarılmış olan demokrasinin daha sonra nasıl geliştirileceğini bekleyeceğiz hep beraber. Ne mutlu ki başarıya ulaşmamış olan darbe girişimi öncesi demokrasimiz adına pek de hayırlı icraatlar görebilmiş değiliz. “Tek adam” sultasına doğru gidişin hız aldığı bir dönemde darbe girişiminin bastırılmasının ardından, girişim öncesi kimi engellere takılan antidemokratik uygulamaların şimdi sanki daha da hız kazanacağı kesin gibi. İşçi, emekçi örgütlenmelerine, sivil eylemlere yaklaşımın her birinin birer darbe girişimi gibi anlaşılmaması için bir neden yok gibi görülüyor artık.

Rakam açısından, doğru olduğunu varsayalım, 5 milyon hiç de fena değil. Devlet gücüyle de yönlendirilmiş olsa bir alana bu kadar insanı sığdırmak önemli. Ama işin, her zaman yapıldığı gibi, bir hayli abartıldığı gözden kaçmıyor. Demokrasi adına herhangi bir talebin dillendirilmediği, bol bol millet iradesinin vurgulandığı, darbe girişimine, elbette haklı olarak, lanetlerin yağdırıldığı Yenikapı mitingi başka örneklerle karşılaştırıldığında demokrasi talebinin dile getirildiği başka ülkelerde yaşananların bir hayli gerisinde.

Myanmar örneğini unutmayalım

Yirmi yıldan fazla bir süre önce Myanmar’da gerçekleştirilen demokrasi yanlısı gösteriler, tarihin en büyük halk ayaklanması idi. Hint okyanusunun kıyısında bir ülke Myanmar. Küçük, çok zengin doğal kaynakları olmasına rağmen yıllardır işbaşındaki cunta yüzünden çok fakir düşürülmüş bir ülke. Eski bir İngiliz sömürgesi. Biz bu ülkenin adını Burma diye bilirdik. Cuntacılar ülkenin adını 1989’da Myanmar’a çevirdiler. Çünkü Burma adını emperyalistler vermişti. Bunu bilmek isim değişikliğinde ne kadar isabetli oldukları sanısını uyandırıyor insanda ama bu seçim cuntanın “tek millet” saplantısının ifadesi aslında. Çünkü ülkeye verdikleri ad çoğunluğu oluşturan Myanma etnik gurubundan geliyor. Diğer grupları yok sayan ya da ikinci sınıf kabul eden cunta mantığı, ülke isminde bile kendisini gösteriyor.

Oradaki din adamları başka

Demokrasi mücadelesini uzun zamandır sürdürenler ülkenin resmi dini de olan Budizm’in toplumda çok saygın olan rahipleri. Ülkeyi yöneten cunta tüm icraatlarını Budizm’e dayandırmasına rağmen “bunlar da dindaşımız” diyerek destek vermiş değiller cuntaya. Tam tersine dinlerinin cuntacılar tarafından kullanıldığına inanıyorlar, bu nedenle en çok onlar cuntayla mücadele ediyorlar. Sözünü ettiğim saygınlıkları da ülkenin bağımsızlığının kazanılmasında da çok büyük rol oynamaları.

Uğursuz kadın çamaşırları

1962’den beri ülkeyi yöneten cunta kendisini “sosyalist” olarak adlandırıyor. Elbette uzaktan yakından ilgisi yok. Ülke Burma Sosyalist Program Partisi adına General Ne Win liderliğinde yönetiliyordu. Myanmar tarzı bu sosyalizm ülkeyi dünyanın en yoksul ülkelerinden biri yaptı. Devletleştirmeler yapması, merkezi planlama uygulaması sosyalistlik gibi anlaşılmamalı. Kaldı ki bu uygulamalar başarısız da oldu çünkü nedeni cuntacıların Budizm başta olmak üzere doğaüstü diğer anlayışlarla bu politikaları uygulamaya çalışmasıydı. Örneğin generaller kendilerince uğursuz saydıkları nesnelere fena halde takık durumdalar. Bu nesnelerin başında kadın iç çamaşırları geliyor. General Ne için bu daha fazla gerçek. Bu nedenle geçtiğimiz yıllarda ülkenin çeşitli kentlerinden çok sayıda protestocu kadın iç çamaşırlarını generalin sarayına yollamıştı. Hitler ne kadar “sosyalistse” general Ne Win de o kadar “sosyalist”.

Demokrasi için gösteri böyle olur

İşte böyle bir ülkede 1988’de askeri rejim dünyanın görüp görebileceği en büyük demokrasi yanlısı gösteriyle karşılaştı. Öğrencilerin öncülük ettiği, Budist rahipler tarafından da aktif olarak desteklenen demokratikleşme hareketi, ordu tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı. Bu süreçte 3 bine yakın kişinin öldüğü tahmin ediliyor.

Küçük bir kıvılcım yetti. 12 Mart 1988’de Rangun Teknoloji Enstitüsü öğrencileri okul dışından gençlerin de bulunduğu Sanda Win adlı kafede müzik üzerine tartışırken kavga patlak verdi. Kavgaya yol açan, okulun öğrencisi olmayan sarhoş bir gençti. Öğrencileri yaraladığı için polis tarafından gözaltına alındı ama kısa sürede bırakıldı. Çünkü iktidar partisinin yetkililerinden birinin oğluydu. Öğrenciler durumu serbest bırakılmanın gerçekleştiği karakol önünde protesto edince 500 kişilik polis gücünün saldırısına uğradılar. Çatışmada Phone Maw adlı öğrenci öldü. Bu gelişme demokrasi yanlısı öğrencilerin kızgınlığına yol açtı. Ertesi gün daha kalabalık bir öğrenci grubu RTE de gösteri yaptı, bu diğer kampüslerle üniversiteler giderek tüm ülkeye yayıldı.

Kızgınlığın yöneldiği yer elbette cuntaydı. Askeri yönetim buna çok sert karşılık verince yüzlerce öğrenci, rahip, öğrencilere destek veren sıradan vatandaş yaşamını yitirdi.

Martın ortasından başlayarak birkaç protesto daha gerçekleşti. Bu son hamle doğrudan doğruya orduyla da çatışmaya kapı açtı. 16 Mart’ta öğrenciler tek parti yönetiminin sonlandırılması amacıyla Inya Gölü’ndeki askerlere karşı yürüyüşe geçti. İktidarın polisleri bu eylem sırasında da çok sayıda genci öldürdü, sayısız tecavüz vakası yaşandı. Görgü tanıkları polislerin öğrenciler için “kaçmalarına izin vermeyin”, “öldürün onları” şeklinde bağırdıklarına söylediler sonradan. Cunta polislere “ölüm emri” vermişti çünkü.

Buna rağmen kontrolü kaybeden cunta, her diktanın yaptığı gibi ilk olarak üniversiteleri kapatmakta buldu çareyi. Ama bu öğrenci gösterilerinin katlanarak büyümesine yol açtı. Rangoon’dan başlayıp tüm ülkeye yayılan protestolar en çok Pegu, Mandalay, Tavoy, Toungoo, Sittwe, Pakokku, Mergui, Minbu ve Myitkyina kentlerinde şiddetlendi. Öğrenciler tek parti sisteminin sona ermesinde ısrarlıydılar. Protestolar sonucu Ne Win 23 Temmuz’da istifa etmek zorunda kaldı. Veda nutkunda Win çok partili sisteme geçileceği sözünü verdi ama kamuoyunun nefret ettiği, Rangoon Kasabı lakaplı Sein Lwin’i hükümet başkanı olarak atadı.

Myanmar cuntası 1990’da seçimleri yapma kararı aldığında ülke bu durumdaydı. Seçimler yapıldığında Aung San Suu Kyi’nin Ulusal Demokrasi Birliği partisi seçimlerden büyük zaferle çıktı. Ancak cunta buna aldırmayarak Aung’u ev hapsine aldı.

Dünyaya da ciddi bir örnek olan demokrasi yanlısı gösteriler o gün de bugün de 8888 Demokrasi gösterileri olarak anılıyor. 8.ci ayın 8’sinde 1988 anlamında. Halkın İktidarı Ayaklanması, Halkın Demokrasi Hareketi, 1988 kalkışması olarak da adlandırıldığı oluyor.

Belirteyim. Demokrasi için gösteri böyle olur derken, benzeri Türkiye’de de olsun, çok sayıda kişi ölsün dediğim yok elbette. Demokrasi için nasıl bedeller ödeniyor Myanmar örneğinde de görülmeli. Darbe girişimi sırasında Türkiye’de ölen çok sayıda kişi de başka ülkelere örnek gösterilecek elbette. Yenikapı mitingindeki o beş milyon katılımcı, sadece tek bir partinin iktidarı için “demokrasi” istiyor olmamıştır umarım. 6 milyon seçmene sahip HDP’nin dışarıda bırakılmasının, Meclis’ten atılmaya çalışılmasının da karşı çıkılması gereken bir “demokrasi ayıbı” olduğu kavranabilse keşke.

*****

Japon faşizminin duyulan ayak sesleri

Japonya İmparatoru Akihito, dün yaptığı veda konuşmasıyla tahtı bırakacağını açıkladı. Toplum nezdinde büyük saygı gösterilmesine rağmen İmparatorluk, dolayısıyla imparator aslında sembolik bir öneme sahip Japonya’da.

Yaşlandığı gerekçesiyle görevini bırakacağını açıklayan Akihito kalp ameliyat olmuş, prostat kanseri ile de boğuşan biri. Görevini bırakmış olması sürpriz değil ama Japonya’nın girdiği “yeni süreç”le birlikte ele alındığında görevden ayrılmış olması “barışçı” bir figürün daha ortadan kalkması demek.

Çünkü iki büyük dünya savaşının da sorumlularından kabul edilen Japonya son yıllarda şaşırtıcı değişikliler yaptı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD baskısıyla hazırlanan Anayasa’sındaki barışçı maddeleri tek tek attı örneğin. Ordusunun da artık savaşlara katılabileceğini dünyaya duyurdu. Bu, biraz da yenilmiş bir ülke olarak ordusunun pasifize olmasını gerektiren ortamın artık kalmadığına inanmış oluşundan, biraz da silahlanmanın kaçınılmazlığından. Bu nedenle sembolik de olsa barışçı bir imparatorun artık devleti temsil etmeyeceğini açıklaması kötü bir gelişme.

Daha kötüsü ise Japonya’nın Savunma Bakanlığı’na ülkedeki Neo -Nazi gruplarla ilişkisi olduğu ileri sürülen birinin getirmiş olması. Kadın politikacı Tomomi İnada’nın çok açık bir tercih olduğu, pasif bir bakanlık olan Reform Bakanlığı’ndan Savunma Bakanlığı’na getirilmesinden belli.

Yeni Savunma Bakanı’nın Neo-Nazilerle bir bağının olduğu iddiası doğru olmasa bile aşırı sağcı olduğu bir gerçek. Bu Çin ile zaten bir hayli sorunlu olan Japonya’nın savunmanın başına bir aşırı sağcıyı getirerek Çin’le ilişkileri daha da sıkıntılı bir sürece sokacak bir atama. Akıllıca olduğu söylenemez.

İnada, sağcılığını göstermekten çekinmeyen bir politikacı. Yasukuni Tapınağı'nı sık sık ziyaret ediyor örneğin ki bu tapınak Japon yayılmacılığının simgelerinden biri. İkinci Dünya Savaşı’nın tüm faşist katilleri bu tapınakta kutsanmıştı. Çin’de, Güney Kore’de, Tayvan’da bu tapınağın çağrışımları hiç de iyi değil. Japonya Başbakanı Şinzo Abe’nin yaptığı tüm değişiklikleri “geleceğimizi belirleyecek gerekirlikler” olarak açıklaması, Çin’le her alanda rekabet içinde olan ABD’nin dostluğuna fazla güvendiğini de gösteriyor.

Baskıyla da olsa barışçı maddelerle doldurulmuş Anayasası’ndan yavaş yavaş kurtulan Japonya, önümüzdeki günlerde “içindeki faşizmi” bakalım nasıl yansıtacak dünyaya. İzleri görülmeye başlandı bile.

Kaynak: Birgun.net