Siyasi mekânlar siyasi tahayyüller üzerine inşa edilirler. Atatürk Orman Çiftliği arazisi üzerine inşa edilen ve Külliye adı verilen mekân da bir siyasi tahayyül üzerine inşa edilmiştir ve o tahayyül açık bir şekilde “mutlakıyetçilik”tir; yani anayasanın ve parlamentonun mevcudiyetinin fiilen ortadan kaldırıldığı bir rejim hayalidir.

Anayasa hukukçuları yaşadığımız süreci uzunca bir süredir “anayasasızlaştırma” olarak adlandırıyorlar ki, sonuna kadar haklılar. Daha henüz 15 Temmuz darbe girişimi yaşanmamış ve OHAL ilan edilip ülke KHK’larla yönetilir hale gelmemişken başlayan bu süreç, “parlamenter rejimin bekleme odasına alınması” ve “fiili duruma uygun bir anayasa yaratılması” olarak tarif edilmiş ve hem Meclis’in hem anayasanın işlevsizleştirilmesi/askıya alınması olarak karşımıza çıkmıştı. Bu ise teoride parlamenter olan rejimin pratikte başkanlıkmışçasına işler hale gelmesi ve kuvvetler ayrılığının son kırıntılarının da kaldırılarak gücün tek bir merkezde ve tek bir kişide, yani Sarayda toplanması anlamına gelmişti.

Bu fiili başkanlık arzusu, anayasa değişikliği ile neticelenemedi ama kendine anayasa içerisinden bir dayanak bulmayı başardı. Darbe girişimi sonrası, bizzat Anayasadaki OHAL ilan etme yetkisine başvurulması aracılığıyla anayasal rejimin askıya alınmasının anayasal zemini oluşturuldu ve ülke kanunlarla değil kanun yerine geçen kararnamelerle yönetilmeye başlandı. Dolayısıyla kanun yapma yetkisi parlamentondan alınmış oldu, anayasaya aykırı düzenlemeler ardı ardına hayata geçirildi, Anayasa Mahkemesi’nin denetim yetkisi de fiilen devre dışı bırakıldı.

Hal böyleyken adli yıl açılış töreninin Sarayda yapılması gündeme geldi. Kuvvetler birliği ve anayasasızlık/parlamentosuzluk tahayyülü üzerine inşa edilmiş bir mekânda yargı temsilcileri toplanacak, ayağa kalkacak, düğmesi olmayan cübbelerinde düğme arayarak önlerini iliklemeye çalışacak, sonra da kuvvetler ayrılığından, bağımsız yargıdan, hukuk devletinden, adaletten söz edilecekti. Toplantı için üretilen gerekçeler ise şahaneydi: Başka yerde toplanma masraflı olurdu, burası “milletin evi”ydi, mekânlara takılmak ideolojikti, “Sarayda yapılmasın” demek dayatmaydı, muhalefet de “mahalle baskısı”na göz yummayıp milli mutabakat gereği törene katılmalıydı vs…

Adli yıl açılış töreni, 15 Temmuz sonrası tedavüle sokulan ve yeni yetmez ama evetçiliğin iştahla üzerine atladığı milli mutabakat/toplumsal uzlaşma siyasetinin bütünüyle bir “geçiş stratejisi” olduğunu, siyasal iktidarın hedeflerinden herhangi bir şekilde vazgeçmediğini ve bundan sonra da kafasındaki rejimi inşa etmeye devam edeceğini gösterdi. Öncesinde Saraya ve Yenikapı’ya giden Kılıçdaroğlu’na açılış törenine katılmayacağını açıkladığında verilen tepki mutabakatla ne kastedildiğini açık bir şekilde ortaya koyuyordu: Mutabakat biat edildiği sürece vardı, aykırı bir pozisyon alındığında ise “darbeci”, “gayri milli”, “vatan haini” suçlamaları anında tekrar dolaşıma giriyor, herkes aslına rücu ediyordu.

Aynı gece çıkarılan KHK ise yaşanan sürecin bir “cadı avı”na dönüşebilme potansiyelini bütün çıplaklığıyla gösteriyor, fırsattan istifade barış imzacısı akademisyenlerin bir bölümü FETÖ torbasına doldurulup işten atılıyor, onca yıllık akademik birikim, onca yıllık emek, onca yıllık fedakârca çaba, bir gecede heba ediliyordu. Aynı kararname ile mutabakatın simgelerinden biri olarak gösterilen ve Meclis’te geri çekilen belediyelere kayyum düzenlemesi de getiriliyor ve dahası, CHP’li vekillerin açıklamalarına göre, kararın Meclis görüşmelerinden çok daha önce alındığı altındaki imzaların tarihlerine bakıldığında anlaşılabiliyordu. Yani Meclis’te bir mutabakat müsameresi sergilenmiş, sonra da gereken düzenleme KHK ile yapılıvermişti.

İktidar partisi on dört yıl boyunca Türkiye’yi “dost-düşman siyaseti” ile yönetti, dostlar ve düşmanlar konjonktürel olarak değişti, ittifaklar yenilendi ama söz konusu siyaset hiçbir zaman değişmedi; çünkü rejim yıkıp rejim inşa eden bir parti için bu kaçınılmazdı. Tüm bu on dört yıl boyunca iktidarın en büyük şansı ise kendisine “muhalif” diyenlerin dostların kolaylıkla düşman, düşmanların kolaylıkla dost ilan edilebildiği bir siyaset anlayışına kökten itiraz etmek yerine ittifak ilişkilerine bir yerden dâhil olma hevesleriydi.

Her dönemin kendi yetmez ama evetçiliğini üretebildiği yeni Türkiye’de bu seferki yetmez ama evetçiliğin ömrünün ne kadar süreceğini ve kimlerin bir kez daha “kandırıldık” diyeceğini hep beraber göreceğiz. Biz ise daha güçlü ve daha kalabalık nasıl söyleriz diye düşünmekten asla vazgeçmeksizin “kayıtsız şartsız hayır” demeye devam edeceğiz.

Kaynak: Birgun.net