İBRAHİM VARLI
[email protected]
@ibrhmvarli

Ülkelerindeki iç savaş nedeniyle Türkiye’ye kaçmak zorunda kalan yaklaşık 1 milyon Suriyeli çocuktan yüzde 70’i okula gidemiyor. New York Üniversitesi (NYU) öğretim üyesi Prof.Dr. Selçuk R. Şirin eğitimsiz, güvencesiz, korunaksız çocukları nasıl bir geleceğin beklediğini anlattı. İstatistik ve davranış bilim alanında uzman olan Prof.Dr. Şirin mülteci çocuklara daha iyi bir hayat umudu vermediğiniz zaman her türlü suç örgütüne kolayca yem olabilirler diyerek, “Bu çocuklara kendi çocuklarımızdan da daha fazla sahip çıkalım” uyarısında bulunuyor. Şirin’in “’Yol Ayrımındaki Türkiye: Ya Özgürlük Ya Sefalet” kitabı kısa sürede onlarca baskı yaptı.

Türkiye’deki 1 milyona yakın Suriyeli çocuğun % 70’i okula gitmediğine verilerle dikkat çekiyorsunuz. Eğitimsiz, geleceksiz bu çocuklara ne olacak?

Bu çocuklara ne olduğunu anlamak için benzer koşullarda ne olduğuna bakmamız gerekiyor. Afganistan iç savaşından kaçan çocuklara Pakistan’da bir gelecek sunulmayınca ne oldu? Afrika’da iç savaşlarda perişan olan çocuklara ne oldu? Ortadoğu’da bunca savaşta pelesenk olan çocuklara ne oldu? Ben söyleyeyim o çocuklar Taliban’a, Boko Haram’a, IŞİD’e yem oldu. Mülteci çocuklara daha iyi bir hayat umudu vermediğiniz zaman bu çocuklar her türlü suç örgütüne kolayca yem olabiliyor. Sadece kendilerini değil, ailelerini ve yaşadıkları yerleri ateşe atabiliyor. O nedenle ısrarla gelin bu çocuklara kendi çocuklarımızdan daha fazla sahip çıkalım diyorum. Çünkü onların bize kendi çocuklarımızdan daha çok ithiyacı var.

Araştırmalara göre Suriyelilerin % 90’ının geri dönmesi beklenmiyor. On yıl içinde bu sayı 5 milyona ulaşacak. Suriyelilerin 1 milyonuna yakını 6-18 yaş aralığında okul çağında. Geri gidecekler, diye eğitim verilmiyor. Tehlikenin farkında mıyız?

Tabii ki farkında değiliz! Hala çok naif bir şekilde, geldiler gidecekler diye bakıyoruz bu meseleye. Oysa Suriye’de bugün barış olsa bile gelenlerin önemli bir kısmı geri gitmeyecek. Yugoslavya en yakın örnek. Oradaki iç savaş bittiğinde Almanya ve diğer ülkelere giden mültecilere geri dönmeleri için çok ciddi ekonomik teşvikler sunuldu. Buna rağmen Yugoslavyalı mültecilerin önemli bir kesimi geri dönmedi. Bize gelen Suriyeliler için de aynı şey geçerli. 5 yıl içinde zaten yurttaşlık kapısı açılıyor, ki ilk gelenler şimdi o süreçte. Bakın Urfa en hızlı nüfusu artan illerimizin başında geliyor. Doğum oranı çok yüksek ama geçen sene orada doğan çocukların bile 6’da 1’i Suriyeli anababadan. Bu sorun artık bizim iç sorunumuz. Ve bu meselenin bir iç mesele olması demek gelenlere başta eğitim olmak üzere her türlü hizmeti kendi yurttaşınıza sunduğunuz gibi sunmak demek.

Bu insanların geleceği ile ilgili bir karar da alınmış değil. Bunun yansıması nasıl olacak?

Yukarıda değindiğim gibi aslında kararı verdik. O kararı kapıyı açtığımız gün aldık. Aldığımız kararı idrak etmek biraz zaman alıyor o kadar. Yoksa bu insanların geleceği artık bizim ortak geleceğimiz. Savaş nasıl çıktı, biz bu savaşa nasıl katkıda bulunduk, bu gelenler kimin yanlış politikaları sonucu buraya geldi, soruları politik olarak anlamlı sorular olabilir. Ancak bu sorular mültecilerin geleceği noktasında bir işe yaramıyor. Artık ortada bir insan hakları meselesi var. 3 milyonu aşkın yeni yurttaşımız var. Bu realitenin farkına ne kadar erken farkına varırsak o kadar iyi olacak. Hem gelenler için hem de bizim için.

Sadece Suriyeli değil diğer çocuklarında durumu içler acısı.

Bizden Avrupa’ya geçenlerin önemli bir kısmı Suriyeli değil. İçlerinde Afgan da var, Bengal de var. Burada altını çizmek istediğim bir nokta var. Bize gelenlerin eğitim seviyesi bizden gidenlerin eğitim seviyesinden çok düşük. Bu şu demek. Eğitim seviyesi yüksek olan, muhtemelen profesyonel bir mesleği olan, bir kaçakçıya binlerce dolar verebilen ve Avrupa’da tutunacak bir dalı olacak kadar sosyal sermayesi olan mülteciler Türkiye’yi terkediyor. Bu da bizim için sorunu ağırlaştıran bir vaka çünkü Suriyeli mültecilerin tabir caizse ‘iyi yetişmiş’ kesimini elimizde tutamıyoruz. Daha çok desteğe ihtiyacı olanlar bizde kalıyor, kendi toplumlarına en fazla katkıda bulunabilecekler Avrupa’ya gidiyor.

Türkiye’de eğitim bir bütün olarak sorunlu? Sıkıntı nerede?

Sorun sistem sorunu. Sistemde sorun olunca tüm parçalara sirayet eder. Türkiye’nin temel sorunu hukuk ve özgürlükler sorunudur. İlki adil rekabet, ikincisi bilgiye ulaşma özgürlüğü. Bu ikisi olmadıktan sonra eğitimi kurtarsanız da işe yaramaz. Önce insanlar çalıştıkları zaman emeklerinin karşılığını adil bir şekilde alabileceklerine inanmak zorunda. Bu olmadan ne öğrenci derse asılır, ne girişimci yeni bir şey icad etmek için çırpınır. Adalet sistemindeki çürümenin çok farklı alanlarda çok derin sorunlara yol açtığını düşünüyorum. Aynı şekilde özgür bir bilgiye ulaşma ortamı olmadan ne kimse yeni bir bilgi ortaya çıkartabilir ne de varolan bilgileri sorgulayabilir. Temel sıkıntı bu iki alanda. Eğitim o sıkıntının faturasını ödediğimiz yerlerden yalnızca biri.

Bir eğitim politikası var mı? Eğitim yap boz tahtasına dönmüşken, Savunma Bakanı Eğitim Bakanı oldu!

Yap boz. Bizim politikanın adı bu. En tutarlı politikamız yap boz politikası. Bu kadar kısa sürelerde bu kadar çok yapısıyla oynanan bir sistemi açıklamak başka türlü mümkün değil. Her gelen bakan kafasında bir kurtuluş felsefesiyle geliyor. Herkes yanlış o doğru. Öyle odluğu için de o planı geliştirirken mutfağa tek bir farklı sesi sokmuyor. Sonra 20 milyon öğrenci 1 milyon öğretmen o plana göre emir komuta içinde hizaya giriyor. Bir iki yıl plan uygulanıyor sonuçta planın realiteye uymadığı görülüyor ve sonra da bakan gidiyor. Eğitim politikamızın özeti bu. 20 yılda 10 bakan gelmiş. 10 defa reform edilip 10 defa bozulmuş bir eğitim politikamız var.

Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı’ndaki (PISA) ölçmelerde Türkiyeli öğrenciler dökülüyor. Sınavlarda da matematikten “sıfır” çekiliyor. Döngüyü nasıl kırabiliriz?

Bu döngüyü kırmanın yolu karar verme sistemini, yani reform yapma sürecini değiştirmekte. ‘Ben buna inanıyorum zaten güç de bende o halde böyle olmalı’ yaklaşımıyla alınan her karar her yerde yanlış. Evde babanın, okulda öğretmenin, şirkette patronun aldığı bu tarz kararlar da aynı şekilde sorunlu. Tek bir kişi, Ankara’da oturup 20 milyon çocuk için neyin iyi olduğunu bilemez, buna karar veremez. İnsan kapasitesini aşan bir durum bu. Reform olarak öncelikle bu karar verme mekanizmasını değiştirmemiz gerek.

“Yol Ayrımındaki Türkiye Ya Özgürlük Ya Sefalet” kitabınızda da var. Bir ülkeyi, bir toplumu anlamanın en iyi yolu, öteki ülkelerle, öteki toplumlarla karşılaştırmaktır. Bir karşılaştırma yaptığınızda ne görüyorsunuz?

Kötü bir manzara görüyorum. Bakın 2000’li yılların başında görece de olsa hukuk ve özgürlükler anlamında bir açılma oldu. Ancak maalsef son yıllarda durum tamamen tersine döndü. Bunun sonucunu da başta hukuk, özgürlükler ve ekonomi olmak üzere hayatın her alanında kötüye gidiş şeklinde görmeniz mümkün. Dünyada petrol ucuz, faiz neredeyse sıfır iken bize gelişmiş ülkelerle mesafeyi kapatma fırsatı doğmuştu. Bu tarihsel fırsatı heba ettik Bize bir piyango vurdu ve parayı çar çur ettik. Maalesef. Ne demek istediğimi önümüzdeki yıllarda çok daha iyi anlayacağız.

Asya ülkeleri temel eğitimde başarıyı nasıl sağlıyorlar?

Bir kere bu ülkelerin şunun farkında, eğer çocuklarımıza yeni ekonomin ihtiyaç duyduğu bir beceri seti kazandıramazsak onlar gelecekte maraba olmaya devam edecek. Türkiye olarak bizim de biran evvel bu noktada uyanmamız gerekiyor. Yeni bir ekonomi kuruluyor. O ekonomi eskiden çok daha fazla bir şekilde becerikli, özgür düşünen ve akıl kadar sanattan da anlayan bireylere dayanıyor. O nedenle OECD, Dünya Bankası artık bilgiyi değil bilgiyi işleme, yani sentez yapma becerisini ölçüyor. Bu noktada bizim çocuklar çok geride. Böyle giderse çocuklarımız bizden daha çok oranda ara eleman olacak diye korkuyorum. Çünkü bizim sistem onları dünya ile rekabet edebilecek seviyede yetiştiremiyor. PISA sonuçları bunu gösteriyor.

Buradan çıkış nasıl olacak? Yol haritam çok basit. Devrimci bir eylem olarak hayal kuralım! Çünkü bu yol ayrımından daha yaşanır bir ülkeyi hayal edenler sayesinde çıkacağız. İtiraz ederek, olanı kabul etmek yerine olması gerekeni ısrarla arayarak çıkacağız. Buna kuramsal olarak eleştirel düşünce diyoruz. OECD’nin ölçtüğü bir beceri seti bu. Ancak itiraz edenler yeni bir şey ortaya koyabilirler. Steve Jobs itiraz ettiği için IPhone var. Kadınlar erkek egemenliğine itiraz ettiği için bugün hayatın her alanında ilerliyor. Etrafınıza bakın. Gördüğünüz tüm gelişme birileri varolanu kabul etmediği için ortaya çıktı. Twitter’de sık sık paylaştım: Ülkeye dair beni en fazla kaygılandıran şey hayal kıtlığı! Karamsarlık, yıglınlık büyük bela. Bir kere daha Can Baba’yı anarak bitireyim: Düşlerinde bile göremez işler, düşlerin gördüğü işleri! Hayal kuralım!

Kaynak: Birgun.net