Hava çok sıcak, uyuyamıyorum. Sonunda balkondaki büyülü kırmızı koltuğuma atıyorum kendimi. Balkonun baktığı bahçedeki ağaçlar da uyumamış, kediler de… Hiçbir şey uyuyamıyor. Tankların altında ölen vatandaşları, linç edilen askerleri, intihar bombacılarının katlettiği canları, bodrum katlarında ölüme terk edilenleri düşünürken “İyi değiliz, iyi olmayacağız” diye tekrarlıyorum içimden.

İtirafçıları dinliyorum günlerdir, itirafçılık müessesesinin ne kadar güvenilmez, acıklı, hesaplı ve korkunç bir şey olduğunu düşünmeme rağmen. Yüzleşme, itirafçılık gibi değil, yapılanların sorumluluğunu almayı gerektirir, kandırıldım diyerek, sorumluluğu başkalarına atarak kurtulamazsın yüzleşmede. İtiraf, yüzleşmenin bir aracına dönüşürse anlamlı olur. Bu darbe girişimi, devletin yapısı ve siyasi tarihimizle yüzleşmek için fırsattan daha öte bir şey, bir sonuç. Yüzleşememenin, siyasete düşman olan iktidarların, 12 Eylül’ün, neoliberalizmin, çarpık modernleşme ve kapitalizmin, kimlik meselelerinin, ortak akıl yoksunluğunun, parçalanmış kamuoyunun…

Yüzleşmek için devlet, din ve ideolojilerin dayattığı metafizik itaatlerden sıyrılıp, Foucault’nun kitaplarında bir yöntem olarak geliştirdiği gibi, yakın ile uzak arasındaki ilişkiyi tersine çevirmek gerekiyor. Başımıza neden bunların geldiğini samimi bir biçimde sormadığımız, soramadığımız için, tarih, içinde yaşadığımız ve belirlediğimiz bir şeyden çok, birilerinin elinde tekerrür eden bir aygıta dönüşüyor. Aslında yüzleşmemizi sağlayacak çıplak bakışa ulaşmamız için entelektüel ve siyasi birikimimiz, deneyimimiz fazlasıyla mevcut. Yüzleşme, yüzeyselleşmenin tam tersini gerektirir. Gerçekten niyetimiz darbelerle yüzleşmekse, yüzleşeceğimiz şey sadece darbeler olmayacaktır.


Birden rüzgâr esiyor, ağaçların yapraklarını geçip balkona gelişini neredeyse ağır çekimde izliyorum. Rüzgâr, koltuğun yanındaki masanın üzerindeki Javier Marias’ın yeni çıkan “Beyaz Kalp” adlı romanının sayfalarını açıyor. Günlerdir elimden düşürmediğim bir roman. Açılan sayfada, bir İngiliz liderin itirafları var: “Herkes herkesi bir şeylere zorlar, istemedikleri şeylere değil, daha çok isteyip istemediğini bilmedikleri şeylere…”
Ne istediğimizi ya da ne istemediğimizi gerçekten biliyor muyuz, yoksa biliyormuş gibi mi yapıyoruz? Ne istediğimizi bilmek, öyle kolay bir şey değil, ama ne istemediğimizi, bunca yaşananlardan sonra bilmemiz gerekmez mi? Kim ister, aramızda intihar bombacılarının dolaşmasını? Daha fazla ölüm, skandal, kandırılma, yalan isteyen var mı? Halk, gerçekten başkanlık sistemini istiyor mu, bütün bu olup bitenden sonra? Yoksa istemeye zorlanıyor mu? Kurtarıcı olarak gördükleri kişi, ya yine kandırılır ya da kandırırsa?.. Bunca yıl, siyaset diye görünen şeyin, gerçekte göründüğü gibi olmadığı, kapalı kapılar ardında bakanından askerine, gazetecisinden akademisyenine herkesin piyona dönüştürüldüğü bir üst akıllar kapışması olduğu ortaya çıkmışken. Herkesin birer siyasi özne olarak kendisine yer bulabileceği bir ortam yaratılmadığı sürece, kimse gerçekte ne istediğini, ya da ne istemediğini bilemeyecek. Peki gerçekte bizi siyasi özne olmaktan alıkoyan şey ne?

Romanın açılan sayfasında, İngiliz liderin itiraflarını okumaya devam ediyorum: “Halk sadece uyumak ister, gelecekte pişman olacağımız düşüncesi bizi sürekli engeller, dünyada henüz gerçekleştirilmemiş eylemlerin sonuçlarının ne kadar korkunç olduğunu bir düşünün, biz yöneticiler bu yüzden bu kadar gerekliyizdir, biz diğerlerinin şüphe duydukları ya da gönülsüz oldukları için asla alamayacakları kararları almak için buradayız. Biz onların korkusunu dinleriz.”

İngiliz lider, korkuyu dinlerken, adım adım insanların kendilerini seçtiklerini düşünmelerini nasıl sağladıklarını ve uyandırırmış gibi yapıp nasıl uyuttuklarını anlatıyor. Halk, Gezi’de uyanmıştı, sonra zorla ya da değil uyutulmaya çalışıldı. 15 Temmuz’da uyanmıştı ve daha derin bir uykuya dalmaları için korkuları dinleniyor, daha da korkutularak…

Hava çok sıcak, uyuyamıyorum; ağaçlar da, kediler de uyuyamıyor…

Kaynak: Birgun.net