Yalçın Hafçı

Marx, kapitalizmin sanata ve şiire düşman olduğunu söyler. Şiiri özellikle belirtmesi boşuna değildir. Sahiden de kapitalizmin Batı’daki gelişimiyle şiirin gözden düşüşü arasında doğru bir orantı vardır. Geçen yüzyılda neyse de özellikle kaçınılmaz bir doğa olayı gibi sunulan küreselleşme sürecinde şiir, tıpkı el işi ürünler üreten bir meslek gibi yok olmaya yüz tutmuştur. Kestirmeden söylersek bunun nedeni, şiirin çabuk tüketilen bir içeriğe sahip olmamasıdır.

Şiir derin duyum ve düşünceye gerek duyar ve anlık hazlarla coşan günümüz insanının anladığı biçemde eğlenceli değildir hiç. Resim mobilya olarak kullanılabilir, roman vakit öldürmek için okunabilir; şiirse kendi doğası dışında kullanılmaya müsait değildir. Bu nedenle Batı’da şiir, aslını inkâr etmediği için yaşamasına izin verilmeyen bir türdür. Evcilleşmeyen, ipe gelmeyen yılkı atları gibidir ve bu nedenle kapitalizm, yarattığı yaşam tarzına yer vermemiştir.

DİLİN SINIRLARI

Bütün sanatların şiirden doğduğu söylenir ama Kral Lear gibi kızları tarafından aşağılanıp terk edilmiştir. Peki neyi kaybederiz şiirle birlikte? Wittgenstein’e göre dilin sınırları evrenin de sınırlarıdır. O halde şiirden yoksun kalan bir toplumun evrenini ne kadar daralttığını tahmin bile edemeyiz. Yine Wittgenstein dildeki sınırın, düşüncedeki sınır anlamına geldiğinden susulması gereken bir noktadan bahseder. İşte bu noktada şiir hatırlanmalıdır, çünkü onun asıl mahareti anlatılamayanı anlatabilmek ve duyumsatabilmektir. Hatta şiir aslolarak bu muğlaklıktan beslenir.
Terry Eagleton’un Şiir Nasıl Okunur? adlı çalışması bahsettiğim bütün sorunların farkında olarak bir anlamda şiire giriş sayılabilecek, öğrenciler dışında genel okura hitap eden akademik bir kitap. Sönümlenen şiir eleştirisi mercek altına alınırken şiirin anlaşılarak okunması, dahası yazılma sürecine yoğunlaşılıyor. Bu anlamda Nietzsche’nin sürekli olarak iyi okumayı bilmeyi vaaz etmesini hatırlatıyor. Zira o kendisini de “yavaş” okumayı öğreten bir öğretmen gibi görmüş ve modernitenin eleştirisini böyle yapmıştı. Eagleton da “üst insan, bir e-posta kullanıcısı değildir” diyerek bu çalışmasında aynısını yapıyor.

Şiirin tarihçesi ve retorikten kopuşu ele alınıyor ilkin. Şiirin hep yalnız yürüyüşü, genel fikirlerden hep şüphe etmesi, ele avuca sığmazlığı, hatta tikelliği nedeniyle Platon’un onu ideal devletinden kovuşundan beri dünyevi olanla değil de aşkın olanla, geleneksel olanla değil de biricik olanla ilgilenmesine rağmen kamusal bir olabilmesinin şaşırtıcılığı vurgulanıyor. 18. yüzyılda ise Romantikler, şiirin duyumsal tekilliğini savunmalarına karşın onun evrenselliğini de belirttiği gibi, Viktorya döneminde şiir, kamusal bir forum işlevi görmekten çıkıp evlerin oturma odasına çekildi.

ŞİİR YENİDEN OKUNUR

Kitap boyunca uygulamalı ve billurlaşmış örneklerle şiirin nasıl okunacağı masaya yatırılıyor. Elbette şiir söz konusu olunca okura çok iş düşüyor. Zira şiir, anlamı gereği tek bir karşılığı olmayacak, günübirlik dille oluşsa da sınırlamaların yokluğunda dilin ötesine geçme edimidir. Yükseltilmiş, zenginleştirilmiş, yoğunlaştırılmış konuşmadır. Bundan kaynaklı şairler, modernizmin dilde yarattığı inanç krizini aşmak için hırpalayıp silkelerler.

Bu noktadan Eagleton, 20. yüzyılın başında ortaya çıkan Rus Biçimciliği’ne değiniyor. Eredric Jameson’ın dediği gibi onlar, “şiiri dilin kendisiyle kurulan, kendine has özbilinçli bir ilişki olarak” görüyorlardı. Dile yabancılaştırma üzerinden yeni bir edebilik atfetmekti bu. Yuri Lotman’la birlikte ise bu durum, aşinalıkla öngörülmezliğin, sistemle sistemsizliğin ve içerikle biçimin çatışmasından yeni bir şiir diline dönüştü.

Teorik altyapıdan sonra Milton, Yeats, Eliot ve Blake gibi şairlerden örneklerle biçim arayışlarını inceliyor Eagleton. Lotman’ın “şiir okunmaz, bazı yapıları ancak geriye dönerek algılanabileceği için sadece yeniden okunabilir” sözünün içini açımlıyor tam da. Bu şiirde ölçü ve uyak gibi biçimsel konular nesnelken; ses tonu, tempo, ruh hali gibi unsurlar ise olabildiğine öznel meselelerdir. Bir anlamda şair şiire bir müzik katar ve sonrasında anlamına kendisi dahi karışamaz. Bunu, Eliot’un Çorak Ülke’si için bir tür ritmik dırdır olarak tanımlamasıyla açıklayabiliriz. Ancak okuyan herkes bilir ki Çorak Ülke’yi okuyan her zihin başka bir dünyayı deneyimler. Zaten Eagleton’un irdelemelerinden de “muhteşem şiir yoktur, muhteşem okur vardır” gibi bir yorum çıkartılabilir.

Ayrıca insanın bir coğrafyadan çok bir dilin içine doğup yaşadığını anlıyoruz. Dili paylaşmak, bir hayat tarzını paylaşmaktır, diyerek Wittgenstein’in dilin kullanımında sınırlarımızı bilmeliyiz uyarısına muhalefet ediyor adeta bu çalışma. Çünkü mesele şiirse “dil her zaman daha fazlası bulunandır.” Ancak Shelly’nin de belirttiği gibi artık şair, karanlıkta şarkı söyleyen bir bülbüldür.

Kaynak: Birgun.net