ADAM SZETELA

Sosyolog Max Weber 1895’te, “Ben burjuva sınıfının bir üyesiyim, öyle olduğumu hissediyorum, ve bu sınıfın fikirleri ve idealleriyle yetiştirildim” diye yazıyor. Bugün ise Franko Moretti Burjuva kitabında, “Bu sözleri kim tekrar edebilir ki?” diye soruyor. Çünkü günümüzde kendini “oyun kurucular,” “yenilikçiler,” “vizyonerler,” “liderler,” ve “iş yaratanlar” olarak tarif eden kapitalist sınıfıyla yaşıyoruz. Bu terimler çok daha cana yakın geliyor. Aynen “Donald Trump” isminin, “Donald Drumpf” isminden daha çekici olması gibi.

Meseleyi dil çerçevesinde tartışmak materyal politikanın yerini doldurmasa da, kavramların politik hayal gücünü şekillendirmekte oynadığı rolü göz ardı etmek de tehlikeli olacaktır. Dünyamız ve onun ne şekilde değişeceği, sosyal gerçekliği ve onu oluşturanları anlama şeklimizle ilintili olacaktır.

“İş yaratanlar” gibi bir terimin problemi, işçi sınıfı ve ülkenin sahibi olanlar arasında belirli bir etkileşim tipi ima etmesi. Nobel ödüllüler, çalışma bakanları, Pulitzer ödüllü, KOBİler ve milyoner girişimcilerin de belirttiği gibi, bu ülkede asıl iş yaratanlar tüketiciler ve refah devletidir. Ortalama bir Amerikalı kirayı, bakıcı parasını ya da doktor masraflarını ödeme endişesi yaşıyorsa, küçüklü büyüklü şirketlerin ürettiği ürünleri satın alamayacaktır. Ürünlerin üretimi ve tüketimine dayalı ekonomileri yaşatan, toplumun alt %95’lik bölümü için düşük vergilendirme, yüksek maaşlar, ücretsiz sağlık hizmeti, ücretli doğum izni ve diğer Keynesçi icatlardır. Karl Marx kapitalizmin hiç bitmeyen ürün ticaretini “Katı olan her şey eriyip havaya karışır,” sözleriyle tarif etmiştir. Ancak günümüzün Reagan-sonrası Çay Partisi distopyasında havaya karışan tek şey maaşlar ve ABD hükümetinin işçi sınıfına desteği.

Toplumun büyük çoğunluğu gelir ve refah seviyesinde düşüş yaşarken, zengin kesim her iki boyutta de tarihin en yüksek seviyesinde. Ancak zenginlerin ekonomik gücü artmış olsa da “iş yaratılma” seviyeleri Carter yıllarındaki seviyelere dönemedi, ABD düşük vergi oranlarından istifade eden ve “aşağı taşım” etkisiyle refah getirmesi beklenen girişimciler ordusunun keyfini süremedi. Diğer bir deyişle, kapitalistler paralarını “iş yaratıcıları” tezini destekleyecek bir yere yatırmadı. Hayali Wall Street karakteri Gordon Gekko’nun acımasız dürüstlüğü bize kapitalist ekonomideki sınıf pozisyonları hakkında “takdire şayan” istatistiklerden, kapitalistlerin kaç kişinin maaşını ödediğinden daha çok şey anlatıyor: “Ben hiçbir şey üretmiyorum, sadece sahipleniyorum.”

Aynı zamanda, geçtiğimiz on yıllarda şahit olduğumuz vergi kesintileri ekonomik adaletsizliği arttırarak, yüksek gelir gruplarının düşük vergi ödediği bir başka dönem ile benzeşiyor: 1920’lerin sonlarıyla. 1929’da ve 2007’de baş gösteren ekonomik krizlerin gösterdiği gibi, buhran yalnızca işçi sınıfını değil, ABD ekonomisini tehdit ediyor. Laura Tyson ve Owen Zidar gibi ekonomistler, işçi sınıfının “harcama gücü” kazanmasının ekonominin asıl ihtiyacı olduğunu savunuyor. Hatta zenginlere vergi kesintisi veren George W. Bush bile ABD ekonomisine güç verenin tüketiciler olduğunu kabul etti. 11 Eylül sonrasında yaptığı konuşmada milliyetçilikten kendinden geçen Amerikalılara “alışverişe çıkın” dedi.

Arz odaklı ekonomi ile talep odaklı Keynes ekonomisi arasındaki tartışma yeni olmasa da, burjuva sınıfının taktığı maske neoliberalizm döneminde daha gizemli bir boyut kazandı. Risk sermayedarı ve kendini “%0.01-ci” olarak tanımlayan Nick Hanauer yaptığı “Zenginler İş Yaratmıyor” başlıklı TED konuşmasında “iş yaratıcı” efsanesinin kapitalist sınıfı tanrısal bir güçle donattığını açıklıyor. Kendini gibi insanların “iş yarattığı” fikrini reddettikten sonra şöyle özetliyor:

“Mevcut ekonomik ve sosyal düzeni savunmak için kullandığımız dil ve semboller oldukça manidar. “İş yaratanlar” kavramından “yaratıcı” kavramına gitmek için çok yol almaya gerek yok. Bu dil kazara seçilmiş değil. Benim gibi insanlar kendilerini “iş yaratıcı” olarak tanımladığında yalnızca ekonominin işleyiş şeklini tarif etmiş olmuyor, hak ettiği statü ve ayrıcalıklar hakkında da talepler ortaya koymuş uluyor.”

Kurumsal, yeni-derebeylikçi dünyada teşvik fonları, bankalara ödenen kurtarmalar, açık kapılar ve çok kazananlara yönelik vergi kesintileri tepetaklak olmuş bir refah devleti yaratmış durumda. Milenyum jenerasyonuna yöneltilen “hak etmişlik sendromu” söylemleri aslen kapitalist sınıfa daha uygun.

Fakat kapalı kapılar ardında kalkınan plutokratlara yöneltilmesi gereken öfke ve eleştiriler, bunun yerine en fakirlere yöneltiliyor. Amerika’da Vatandaşlar Birliği kurulduktan sonra kurbanı suçlama ve göçmen, kamu çalışanı, sendika ve işsiz düşmanlığı türedi. Trump gibi siyasi tecrübeden yoksun küstah milyarderin Cumhuriyetçi parti adaylığını kazanmasının, Çalışma İstatistikleri Bürosunun son altı yılın en kötü raporunu yayınlamasıyla çakışması tesadüfi değildir. Kapitalizm mabedi Trump Kulesinden konuşan Trump, “Tanrı’nın yarattığı en iyi iş yaratıcı başkan olacağını” ilan etti. 2012’de Mitt Romney ve Paul Ryan’ın yaptığı gibi, “üretenler” ve devlete bağımlı “sömürenlerden” bahsetti.

Faşist dil kullanarak oy toplayan bir milyarderin tanrılaştırılması endişe verici, “iş yaratıcı” kavramının Amerikan işçi sınıfının mücadele ettiği sorunları gündem dışı bırakması da öyle. İyi düşünülmüş “askerlerimizi destekleyelim” sloganının savaş karşıtı ve yandaşlığı arasındaki çizgiyi gizlemesi gibi, iş yaratma meselesi de sömürü ve kötü muamele konusunda hiçbir şey söylemiyor. İşçiler aile geçindirecek bir gelir hak ediyorlar mı? Sağlık hizmeti hak ediyorlar mı? Toplu sözleşme hakkı hak ediyorlar mı? Anneler ve babalar doğum izni hak ediyor mu? Bu soruları sormadığımız müddetçe Trump ve UBER CEO’su Travis Kalanick Hristiyan köktencilerinin yaradılış efsanelerini hatırlatan tanrı vergisi peygamberler gibi türeyebilecektir. Kapitalist sınıfı eleştirmek, şüphe duymak ve karşı duruş sergilemektense, onlara inanç duymanın bizi yoksulluk ve adaletsizlikten kurtaracağı söyleniyor.

Nihayetinde dil üzerinden yürütülen “pozisyon savaşı,” daha uygun terimler ve kavramlar bulma mücadelesinden ibaret değil; aynı zamanda daha iyi maddi koşulların da mücadelesi. Bernie Sanders ve 2011’in Occupy hareketinin en önemli katkılarından biri “milyarderler sınıfı,” “sahipler sınıfı,” “sömürgecileri,” “sendika düşmanları,” ve “dayanışma” gibi kavramları yaygınlaştırmak oldu. Elitlerin dili Amerika’daki sınıfsal pozisyonları ve ekonomik koşulları gizlese de, ezilenlerin dili her zamanki kadar önemli. Yurtiçinde ve yurtdışındaki işçiler iş, ürün, hizmet ve etki yaratmakla kalmıyor, tarihi de yazıyorlar. Tarih, ezilenler ve ezenler arasında bir mücadele olmaya devam edecek, “iş yaratıcılar” ve işsizlik arasında değil.

truth-out, http://bit.ly/2aEfxVi’den çeviren Fatih Kıyman

Kaynak: Birgun.net