KADİR İNCESU
Fotoğraflar: Mahmut Turgut

Emin Özdemir ve Adnan Binyazar’ın Fom Kitap tarafından yayımlanan ‘Yazmak Sanatı’ adlı kitabını okurken, köy enstitülerinin önemli isimlerinden Mehmet Başaran’ın “Onlar zaten hep beraberdirler, iki kardeş gibidirler” sözü geldi aklıma... Ve Emin Özdemir ve Adnan Binyazar ile “Yazmak Sanatı” üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

» Yazmak Sanatı’nın benzer kitaplardan ayrılan yönleri nelerdir?

Emin Özdemir: Yazmayı öğretme, yazma yeteneğini geliştirme amacıyla birçok kitap yazıldı. Her yeni kitap kendinden öncekilerden izler, esintiler içerir. Bizim kitabımız için de böyledir bu. Ancak öncekilerden çok farklı yönleri, çok farklı boyutları olduğunu da söyleyebilirim. Nelerdir bunlar? Bir kez bir kuram kitabı değil. Edimsel bir taban, alıştırma ve uygulama ilkesi üzerine oturtuldu. Yazmaya yönelik bilgileri, kuralları, örnek metinlerle verme, bunları uygulatarak yazıya dönüştürme yolu seçildi. Bu yanıyla kitabın, bir tür “metin inceleme, alıştırma ve uygulama kitabı” kimliğini kazandığını da belirtmek gerekir. Şunu da ekleyeyim, en etkili öğrenme biçimi; yaparak, uygulayarak öğrenmedir. Yazmak Sanatı’nın hamuru da bu gerçeklikle yoğruldu.

» Bu kitap, okurlarına neler kazandırıyor?

Emin Özdemir: Okurlar bu kitapla, yazmanın nasıl bir süreç olduğunu anlayacak, bu sürecin gerektirdiği temel dil ve anlatım becerilerini kazanacaklar; daha kuşatıcı bir söylemle; yazmanın üç ana ‘n’sinin -ne söyleyeceğim, niçin söyleyeceğim, nasıl söyleyeceğim- sorularının kılavuzluğunda düşünce geliştirmeyi köklü bir alışkanlığa dönüştüreceklerdir. Bundan da önemlisi; yazmanın öteki yüzünü, başlı başına bir sanat olduğu bilinen anlayarak okumayı öğreneceklerdir.

Tartışma götürmez bir gerçektir ki yazma ve okuma birbirini besleyen iki ana güçtür; bir kumaşın iki yüzü gididirler. Bu bağlamda okurlar, metinler üzerinde çalışırken iyi bir okur olunmadan, iyi bir yazar olunamayacağının bilincine de ereceklerdir. Elbette eleştirel düşünme, sorma, sorgulama güçleri gelişecek, dil duyarlıkları keskinleşecektir.

» Anlatımda gördüğünüz boşluklar, yapılan belli başlı yanlışlıklar neler?

Emin Özdemir: İster sözlü, ister yazılı anlatımda olsun, anlatıcının öncelikle söyleyecek sözü olmalı; ileteceği bir düşünce, bir duygu, bir düş ya da tasarımı bulunmalıdır. Bu yoksa ya da bu konuda eksikliyse anlatım, boş bir laf yığını olmaktan öteye geçemez. Çevrenizdeki konuşmalara, yazılıp çizilenlere bakın, bunun böyle olduğunu göreceksiniz. Söylenenler sabun köpüğü gibi. Atasözlerimizin birinde, “Boş çuval dik durmaz,”denir. Bunun terimsel anlatımı, “birikim”dir. Belirli bir birikime dayanmayan söz de yazı da kalıcı, etkileyici olamaz. Baş eksiklik, birikim yoksunluğudur. Birikimden yoksunluğun yanı sıra bir başka eksiklik de dil ve anlatım estetiğine sırt çevirmedir. Sözcük seçiminde, sözcükleri dizimleyip tümce kurmada olsun anlatıcının güzelduyusal (estetik) bir kaygı taşıması gerekir. Sözcükleri nasıl seçer, yan yana getirirsem birbirleriyle kaynaşır, anlamsal, duygusal yüklerini dışa vururlar? Tümceye hangi sözcüğü ekler ya da ondan hangi sözcüğü atarsam anlatımsal bir tat, bir akışkanlık sağlarım? Bu türden soruların sorulmadığını söyleyebilirim. Sormadıkları için de dil tadı taşımayan, çakul çukul, ilkel bir anlatım düzeyinde kalıyorlar.

Burada başka bir eksikliğe daha değinmeliyim: Anlatıcıların sözdağarcıklarının yoksulluğu, sınırlılığı... Söylemek bile fazla, sözcükler anlatımın temel yapıtaşlarıdır. Sözcüklerle düşünür, sözcüklerle duyar, sözcüklerle anlatırız. Bu yönden anlatımımızın sınırlarını sözdağarcığımızın varsıllığı ya da yoksulluğu çizer.

Şöyle bağlayayım soruyu: Anlatım yanlışları üzerine kitaplar yazılmıştır. Bu kitaplarda sözcük seçiminden, sözcükleri yerli yerinde kullanamayıştan tutun da, tümcelerin sözdizimsel yanlışlarına değin birçok yanlış türüne yer verilmiştir. Bizim kitabımızda da bu yaygın yanlışlardan kimileri örneklerle gösterildi. Anlatım yanlışlarından kurtulmanın baş yolu sabır, emek, dil teri dökmektir. Yazdıklarımızı yeniden, yeniden yazmıyorsak, ister öğrenci olalım, isterse yazmayı iş edinmiş biri, yanlışlara düşmekten kurtulamayız.

» Adnan Hocam, Emin Özdemir ile arkadaşlığınızın nasıl başladığını sormak istiyorum...

Adnan Binyazar: Emin Özdemir’le 1956 sonbaharında Gazi Eğitim Enstitüsü’nde tanıştık. Gazi’de, efsane ad olan Mustafa Nihat Özön’ün asistanıydı. Ben orada öğrenciydim. Mustafa Nihat’ın güvenini kazandığına göre, Özdemir de benim “efsane asistan”ımdı. Derslere girmezdi. Yalnızca bir kez, hayal meyal anımsıyorum, Vasfi Mahir Kocatürk’ün sınıfına girip ders dinlemişti.

Gazi’nin geniş koridorlarında rastlardım Efsane’ye. Bizler, erkeklerden oluşan köy enstitülerinde kadın yüzüne hasret öğrencilerdik. Gözlerimiz şen gülüşlü koridor kızlarının duru yüzlerinde sevda ararken, saçları kıvırcık taralı, minik gözlü efsane asistan, bakışlarını yere indirerek, kimsenin yüzüne bakmadan geçerdi aramızdan

Asıl tanışmamız, o, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde, ben Çorum İlköğretmen Okulu’nda öğretmenken gerçekleşmişti. Ankara’ya bir geldiğimde ayağım beni Gazi’ye sürüklemişti. Bu kez oğlanı kızı olmayan aynı koridorda karşılaştık. Eski dostlar birbirini görmüşçesine kucaklaştık. Yanına katıp yemeğe götürdü beni.

Özdemir’in Türk Dili’nde; benim, Varlık dergisinin hemen her sayısında yazılarımız yayımlanıyordu. Zaman bizi “yazı”nın kavşağında bir araya getirmişti. Yaşamımı yönlendiren tarih ise 1968’in Temmuzu...

Maraş’ta (O sırada Maraş adının başına “Kahraman” sıfatı konmamıştı) askerlikten sonra Kız İlköğretmen Okulu’nda çalışmaya başlamıştım. 12 Mart öncesi, öğretmenleri de etkiliyordu. Geri kafalılar sokaklarda şiddet saçıyordu. Sinsice yaklaşıp bıçak gösteriyor, ağır küfürler ediyorlardı bana. O günler, Maraş’ı, 23 Nisan kutlanırken kurşunlanan öğrencimiz Gönül’ün ölüme kayan gözlerinin karanlığı sarmıştı. Şiddet olaylarıyla her gün biraz daha batan karanlığa bürünen kentte sanki “Maraş Olayları”nın provası yapılıyordu...

Emin Özdemir’in mektubu o kanlı günlerde geldi: “Hacettepe Üniversitesi Temel Bilimler Fakültesi’nde bir Türkçe Bölümü açılıyor. Oraya öğretmenler arıyorum. Listemin başında sen varsın.” Bu kısa cümleler, haber değil, kurtuluşa ermekti; “Efsane”nin mucizesiydi...

» Birlikte kitap yazma düşüncesi nasıl oluştu?

Adnan Binyazar: Emin Özdemir bir işe girişirken yalnızca var olan kaynaklarla yetinmez, kaynağı kendi yaratır. Onunla çalışmaya başladığımda Yazma Tekniği (1967), Okuma Öğretimi (1968) gibi iki kitabın yazarıydı. Türk Dili’nde Kıvanç Demir takma adıyla dil yazıları yayımlanıyordu. Çalışmaya başlayınca, çağdaş yazarlardan seçtiğimiz metinleri “Okuma ve Anlama Tekniği” adı altında topladık, kısa sürede teksir ettirip öğrencilerimize ulaştırdık.

Koca bir yaz onunla uğraşmıştık. Ben çalışmalara katılırken yazma yöntemi konusunda Özdemir’den yeni şeyler öğreniyordum. Bu arada hazırladığımız Yazmak Sanatı bir yıl sonra (1969) raflardaki yerini almıştı.

» Köy enstitüsü mezunu hocalarımızın dile olan aşırı duyarlığı için neler söylemek istersiniz?

Adnan Binyazar: Bundan doğal ne olabilir? Köy enstitüsü öğrencileri, Osmanlıcanın giremediği yerlerden; Türkçe konuşan, Türkçe düşünen, duygularını Türkçeyle dile getiren halkların arasından geliyordu. Dede Korkut, Yunus Emre, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal gibi ozanların diliyle beslenmişti beyinleri, yürekleri. Enstitüde, onların ardından gelen Türkçe söylemli ozanlarla, yazarlarla, düşünürlerle karşılaşıyorlardı. Köy enstitüsü öğrencileri öyle bir ortamda Türkçeye aşırı duyarlık göstermekle kalmıyor, anadan atadan akıp gelen dillerine sahip çıkıyorlar, onu geliştirip yeni üretimlerle çağdaş dünyayı kavrayacak düzeye getirecek bilince de eriyorlardı. Gerçekte eğitim-öğretim, edindiğini daha da geliştirip belli bir biçime sokarak, işlevi kendilerinden sonra gelenlere bırakma edimi değil midir?

Kaynak: Birgun.net