HÜSEYİN YURTTAŞ

Soyaçekimin, genlerle getirdiklerimizin de sanatsal üretimde önemli payı olduğuna inananlardanım. Birçok kişi buna örnek gösterilebilir. Bu daha çok baba-oğul-torun, anne-kız-torun bağlamında olabiliyor ama bazı ailelerde çok daha dallı budaklı örnekleri var. Bu konuda en çatallı örnek, Şakir Paşa sülalesi olsa gerektir. Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı, Fahrünnisa (Fahrelnisa) Zeyd, Şirin Devrim, Füreya Koral, Aliye Berger, İzzet Melih Devrim, Nejad Devrim bu sülalenin sanatçı kişilerinden. (Babasıyla ilgili anılarını bir kitapta toplayan Halikarnas Balıkçısı’nın kızı İsmet (Noonan) Abla’yı yakından tanıma ve sohbet etme, dinleme şansım oldu. Kanımca, anlatı yeteneği, sülalesindeki öteki kişiler gibi ona da adeta sunulmuştu…) Benzer bir aile ise Eyüboğlular. Kolları Karadeniz’den Güneydoğu Anadolu’ya, hatta Ortadoğu’nun bazı kesimlerine dek uzanan, 500.000 kişiyi aşan mensuplarıyla çok büyük bir aile bu. Trabzon ve civarındaki Karadenizli Eyüboğlu ailesi ise politikada ve sanatta ünlü adlar yetiştirmiş. İzzet Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin Eyüboğlu, Orhan Eyüboğlu, İsmet Zeki Eyüboğlu, Mualla Eyüboğlu bu sülaleden yetişen politikacı ve sanatçılar. Biraz kurcalanınca, böylesi başka ailelere de ulaşmak mümkün. Ama benim amacım böyle bir arayışa ya da araştırmaya girmek değil. Söze bu bağlamdan hareket ederek girmek…

Bu yolda yeni bir örnek de Behramoğlu’lar. Ataol Behramoğlu ve Nihat Behram, iki şair kardeş. Kardeşlerinden Namık Kemal Behramoğlu hukukçu. Avukatlık filan da yaptı, yapıyor ama savcılığı dillere destan. Buna dair gözlem ve anıları bazı dostlarımdan dinlediğim için yakından biliyorum. O da, anılarını bir kitapta topladı: Bir Savcının Anıları. Sülale genişledikçe, yazan çizen Behramoğlu’ların sayısı artacağa benziyor. Namık Kemal Behramoğlu’nun oğlu, iki şairin yeğeni Onur Behramoğlu ise edebiyatta kararlı, sağlam adımlarla ilerliyor. Titizlikle çalıştığı ve “baktıklarını” bütün yönleriyle “gördüğü” anlaşılıyor. Gözlemleri, getirdiği yorumlar, ondaki yeteneğin ve bu yeteneğin üstüne koyduğu birikimin hiç de hafife alınacak bir düzeyde olmadığını bir bakışta anlatıyor. Yazıp çizen Behramoğlu’lara bir yenisinin daha eklendiğini unutmayalım: Ataol Behramoğlu’nun kızı, Barış Behramoğlu. Roman, öykü türlerinde eserler veren, araştırmaları yayımlanan, birçok çeviriye imza atmış bulunan bir isim Barış Behramoğlu.

Son zamanlarda, Onur Behramoğlu’nun hazırladığı, iki şair amcasının, Ataol Behramoğlu ile Nihat Behram’ın birbirlerine yazdıkları mektuplardan oluşan “Yeniden Yaratılmanın Coşkusuyla” adlı kitabı okudum. Öncelikle, “Behramoğlu Tarihi” başlıklı giriş yazısındaki gözlem ve yorum zenginliği, sağlamlığı, okuyanı alıp götürüyor. İki şairin dünyasına yaklaşırken, önünüzde bir ışığın yürüdüğünü görüyorsunuz. Dilinin işlekliği, anlatımının rahatlığı, ona da anlatıcılığın “sunulmuş” olduğu kanısını uyandırıyor insanda.

Şu satırlar, onun, kendisine teslim edilen mektupları yayıma hazırlarken yaşadıklarının özeti ve ruhsal bir çözümlemesi gibi:

“…Lakin, bugüne dek amca-yeğen ya da usta şair-genç şair yakınlığı kurabildiğimiz söylenemez. Kendimize ait odalarda yine kendimizi araştırmaya eğilimli yapılarımızın etkisi mi? Çok çalışmaya, disiplinli çalışmaya, gece gündüz dur durak bilmeden çalışmaya adanmış yaşamlarımızın uzun görüşmelere olanak tanımaması mı? ‘Ancak bir benzerim öldürebilir beni’ diyen Rus şairin sezgilerini doğrularcasına, benzerine yaklaşmama içgüdüsü mü?

Sonra bir gün, dört yıl kadar önce bir gün, kardeşiyle birbirlerine yazdıkları mektupları bana emanet ettiğinde, uzun sürecek bir depremin sarsıntılarını yaşayacağımı bilmiyordum. 30’lu yaşlarıyla ilk kez karşılaştığım Ataol Behramoğlu muydu gördüğüm, yüzüme tuttuğum ayna mı? Yaşadığım en benzersiz deneyimlerden birine, ‘Yoksa her şey kalıtımsal mı, şairlik bir yazgı mı, Behramoğlu ailesine doğmasaydım da şiir beni bulur muydu?’ soruları eşlik etti, mektupları elimde bulundurduğum birkaç yıl boyunca. Kaygıları, heyecanları, sevinçleri, hayalleri, kederleri bana bu denli benzeyen bir başka insanla tanışmamıştım, mektuplar onu tanıttı bana. Bir başkasının okuyup geçebileceği cümleler, ağlamamak için kendini güçlükle zapteden mağrur bir çocuğun yüz ifadesiyle dolaşmama sebep oldu günlerce.”

Hemen dikkatinizi çekmiş olmalıdır ki, mektuplar, gerçekten sağlam ve onları doğru değerlendirecek bir eldedir.

Sonrası, artık iki şair kardeşin özel dünyalarında soluk soluğa bir koşturmacadır. Devrimci sanat anlayışıyla yola koyulmuş olan genç şairlerin, şairlikleriyle at başı giden siyasal mücadeleleri ve onların dünyayı tanıma, dünyaya dair her şeyi ayrıntılarıyla öğrenme ve doğru olandan, hakkı yenenden, ezilenden yana kavgaları… Hakça bölüşmekten yana çarpan yürekleri; sanata da, siyasi mücadeleye de emek temelinde inanan coşkuları, atakları, çabaları, düşkırıklıkları ve her şeye rağmen bir adım geri atmaya yanaşmamaktaki kararlılıkları… Bütün bunlar, inanılmaz savrulmalarla dolu genç ömürlerinin serpildiği yurt içindeki ve yurt dışındaki yaşam parçalarıyla sergileniyor.

Bu mektupların bize getirdiği yalnızca iki şair kardeşin yaşadıkları değil. Onların yaşadıkları çevresinde, bir dönemde (1960’lı. ‘70’li yıllarda) ülkemizin ve dünyamızın hangi çalkantılardan geçtiğinin de bir izleğini buluyoruz onlarda. Unutmayalım ki, Halkın Dostları ve Militan dergilerini çıkardıkları yıllardır o yıllar. Sonradan Sanat Emeği’ne gelecektir sıra.

Savcılıklar, mahkemeler, ifadeler, sorular, sorgular, tutuklanmalar, salıverilmeler, okuldan atılmalar ve tekrar kabuller, parasızlıklar, başka zorluklar… Ataol Behramoğlu’nun Fransa’da kaldığı dönemde yaşadıkları örneğin. Otel kâtipliği, gece bekçiliği, güneydeki bağlarda işçilik… Her gün işi biter bitmez, kaldığı izbe yerlere çekilip okuması, okuıması;

Fransızcayı çeviri yapacak denli, yani tüm ayrıntılarıyla öğrenmeye çalışması; Rusça’dan çeviriler yapması, şiirlerine, yazılarına bir an olsun ara vermemek için hep ama hep yazması… Okurken, onun çektiklerini etinizde, kemiğinizde duyuyorsunuz bir okur olarak. Son yıllarda ondaki öğrenme tutkusunun sonsuzluğuna yakından tanık oldum. Bunu görüp de şaşmamak mümkün değil. Ataol Behramoğlu, üç yabancı dile (Rusça, Fransızca ve İngilizceye…) tam olarak vakıf olmasını bu sonsuz öğrenme tutkusu ve çabasına borçludur. Onun, - yaşı ne olursa olsun,- dünyayı bir çocuk gibi hep bir merakla incelemesi, her gün yeni bir şeyleri öğrenmeye çabalaması, yaşadığı sürece sürüp gideceğe benziyor. Yalnızca kendisi için yapmıyor bunu. Nihat Behram’a yazdığı mektuplarda ona da çok çalışması öğütlerini verirken, ısrarla bir dili iyi öğrenmesini de istiyor. Nihat Behram da boş durmuyor. O hengâme içinde, türlü engellemelere karşın, okulları bitiriyor, “abi”sinin dediği yönde ilerlemeye devam ediyor. Bir mektubunda şöyle yazıyor: “6 gün evdeyim bir gün çıkıyorum. Onda da çoğun partiye. Ortalama ayda 5-6 bin sayfa okuyabiliyorum. Günde 1-2 saat de dil çalışması.”

İki kardeşin içtenlikli işbirliği, ölümüne bir kader birliği anlamına da geliyor. Ataol Behramoğlu’nun evin büyük oğlu olmasının getirdiği bir şey midir bilemem ama o hep koruyan, kollayan, yol gösteren, en sıkıntılı anlarında kardeş(ler)inin koluna giren bir “abi”dir. Nihat Behram’ın öfkeli ve atak tavırlarını, onu hiç kırmadan, usul bir sesle uyararak dengelemeye ve onu yatıştırmaya, soğukkanlı davranmaya zorlaması da; bu mektupların, onların ilişkilerinin göz önüne serdiği bir yanı. Mektupların içtenlik dolu dünyası, onların yaşamlarının ne denli berrak olduğunu ve amaçları doğrultusunda nasıl çabalayıp durduklarını; hem sanatta, hem siyasal kavgada geleceğe bilinçle yürümenin atak ama olgun, hırslı ama dürüst, tutkulu ama özverili ve hak gözetir bir tutum izlediklerini de gösteriyor. Biri (A.B.) yurt dışındayken, öteki (N.B.)içerde sanki o yanı başındaymış gibi, mücadeleyi onunla birlikte yürütüyor; sonra o yurda dönüyor ama bu kez 12 Mart’ın kurbanı olarak öteki yurt dışına çıkmak zorunda kalıyor. Bu ne amansız bir tahterevallidir! Buna karşın, bir kez olsun tavırlarını yumuşatmak, bir süre sinip o süreci atlatmak gibi bir tutumu akıllarından bile geçirmiyorlar.

Mektuplar, özellikle de sanatçı mektupları, onları yazanın yaşamından ve özel ilgilerinden taşıdığı izler kadar, sanat tutumu ve yaşam felsefesi açısından, izlediği yol bakımından da önemli ipuçları verir. Onun için, mektuplar ayrı bir merakla okunur, okunmalıdır.

Sanat yolunda yürümek isteyen gençlerin ise bu tür mektuplardan edinebilecekleri çok şey vardır. Bazen bir tek cümle insanın ufkunu açabilir. Yol ayrımında bulunduğu bir noktada, ona en doğru yönü gösterebilir. Bir de, mektup sahibi sanatçıların çabalarından ve deneyimlerinden, onları kendileri yaşamış gibi kolay yoldan bir birikime erişmeleri de söz konusudur.

“Yeniden Yaratılmanın Coşkusuyla”, bence edebiyat meraklılarının, özellikle de genç şairlerin ve şair adaylarının didik didik ederek okuması gereken bir kitap.

Tabii, sözüm boş teneke gibi işin gösterişinde olup da tangur tungur ortalıkta yuvarlananlara değil; sanatı özümseyip onun hakkını tam olarak vermek isteyenlere.

Kaynak: Birgun.net