Ben diyeyim kırk, siz deyin elli yıl evvel bu güzel ülkede, küçük bir şehir, içinde küçücük bir hapishane varmış. Dört koğuş, seksen yatak, bir hücreden oluşan bu hapishane içinde bir kütüphane, içinde de otuzlu yılların o ünlü klasikleri varmış. Dört dağın içindeki bu hapishane, en dolu olduğu devirde hepi topu elli atmış garibana ev sahipliği yaparmış.

O şehirde ayda yılda bir, umumiyetle bir kahve veya köy kavgasında silahlar değil, kürsüler atılır, başı kırılanlar, hapse yollananlar olurmuş. İnsanlar köyün ağacını, sınırın taşını, horozun tiz ötüşünü hakimle, savcıyla, mahkemeyle değil, cem ile cemaatle hallettiğinden, bu hapishane de pek sessizmiş. Kışın dört ay durmadan kar yağar, baharda yağmur tellerin arasından bahçeye yağar, o güzelim çıldırtıcı toprak kokusunu uyandırır, yazın sıcaklar taş duvarları bile terletir, yıldızlı gecelerde tüye adlı kuş mahzun mahzun öter, horozlar sabah erkenden, candarma düdüğünden bile evvel öter, tel örgülere, askerin nişanına girmez küçük gri kuşlar tüner, nöbetteki yirmilik askercik hep bir gurbet türküsü tuttururmuş.

Bu hapishanenin qalu-qırı, gökteki güneşi, toprakta buharı-kokusu, koğuşta Kırmancça türküsü, camda tık tık vuran yağmuru eksik olmazmış. Zaten bir köye benzeyen küçük şehrin tam ortasına, Düldül Tepe adı verilen dağın önüne inşa edilen bu hapishanenin dört koğuşunun içindeki dört avluya çıkan tutukluları, etraf tepelere çıkan yakınları görür, el bile sallarmış. Bu yerin insanın başını ağrıtan tek yeri, arka taraftaki hücresiymiş. Buraya metruk derlermiş, içi kapkaraymış. Buraya bir kere atılan, demir kapısı gıcırtıyla açılıp ışık sararmış yüzüne vuruncaya kadar, ne dışarıda yağan beyaz yumuşacık karı görür, ne ılık neşeli yağmurun toprakta çıkardığı kokuyu duyarmış. İki adımlık, bu zılomet kara evden, ne eski duvarların teri, ne geceki tüyenin yanık sesi, ne şafaktan horozların zilleti, ne candarmanın düdüğü, ne de gurbetlik nöbetçinin notaları bilinirmiş. Hücre, taştan tabutmuş.

Buradan neçe insanlar gelmiş, geçmiş. Önceleri köylüler, borcunu ödeyemeyip hacze verilen, sonra da hapse düşen esnaflar, cahiller, okumuşlar, sonra dağlarda elde silah militanlar, her şeye teslim olmuş itirafçılar, zimmetine para geçirenler, sendikacılar, düşünce mahkûmları, en sonunda, bugünlerde ise darbecilikle suçlanıp aniden içeri tıkılan polisler, askerler, eğitimciler.

Her insan bir hikâyeymiş, ayrı birer hüner, meslekmiş. Çöpçüsünden balıkçısına, romancısından yalancısına insan baştan aşağı bir esrarmış. Bu bin bir âlem içinde hapishanecilik ayrı bir işmiş. Bu hapishane denen mekânı kim, ne zaman, niçin icat etmiş bilinmez ama aşçısından terzisine, savcısından avukatına, kamerasından kapısındaki nöbetçisine bura hep ayrı bir alemmiş. Görüşçüsü, kafesteki kuşu, ipte her daim serili çamaşırı, gelmeyen mektubu, eski, gri, yüksek çatlamış duvarlarıyla insanın kapatıldığı bu yer hep bir tartışma, anlaşmazlık, kavga döğüş yeriymiş.

Hapishane denen yere insan, insanı doldurmuş. Bunla yetinmemiş, hapishane içinde hapishane yapmış. Bu işi bir kanuna bağlamış; delisi, jiletçisi, durduk yere nara atanı, gardiyana yan gözle bakanı, açlık grevi yapanı, slogan atanı hapis içinde hapse, hücrelere atmış. Hücre zamanla o kadar işe yarar olmuş ki, hapishaneler hücrelerden oluşmuş, F Tipleri adı verilen yerler, Avrupalılara otel diye yutturulduysa da aslında birer hücreymiş.
Bu bahtsız ülkenin tarihinde hücrelerden Sabahattin Aliler, Nâzımlar, Yaşar Kemaller, Aziz Nesinler, genellikle solcular, sosyalistler geçmiş. Bu son yıllarda Ergenekon’dan, Balyoz’dan yıllarca çürütülen komutanlar, gazeteciler hücrelerde kalmış. Bu son günlerde ise tam altmış yüksek mahkeme hâkimi aynı anda hücreye atılmış, Sincan F Tipi hapishanesinde. Zaman akmış, mekân ile içinde yatanlar değişmiş, ama ne hapishane ne hücre değişmiş.
Bizim o eski küçük şehrin hapishanesi hâlâ yerinde, Düldül Tepe’nin altında dururmuş, karanlık hücresiyle beraber. Memleket her yerinde, herkes için artık bir hücreymiş.

Kaynak: Birgun.net