Bizler, “Ne şeriat ne darbe!” derken meğerse, “Hem şeriat, hem darbe!” tehlikesi kapımızdaymış. Gözünü kan bürümüş Cemaatçi çılgınların kalkışması iyi ki fiyaskoyla sonuçlandı. Gelgelelim, OHAL altında 14 Temmuz’a göre daha otoriter, daha baskıcı, üstelik sokağa döktüğü fanatik kitleleriyle sade yurttaşlara gözdağı veren bir rejime doğru sürükleniyoruz. Bir nevi, “yukarı tükürsen kırpık bıyık, aşağı tükürsen yine kırpık bıyık” durumuyla karşı karşıyayız.

Ne var ki bana sorarsanız, en kötü senaryo her ikisi de değil. Düşünün, RTE’yle Cemaat papaz olmasaydı; paşa paşa gücü, kadroları, ihaleleri paylaşsalardı; geri kalan ahalinin ensesinde boza pişirme konusunda tek vücut olmaya devam etselerdi, nice olurdu halimiz…

Ahmet Hakan’a göre; Fetullah Turgut Özal’dan başlayıp, “Demirel, Türkeş, Çiller, Ecevit” üzerinden Tayyip Erdoğan’a uzanan bilumum zevatı kandırmış. Anlaşılan A.H.’nin lügatinde, “ortaklık kurmak, iş birliği yapmak, amacına alet etmek, birlikte kumpas tezgâhlamak, yol vermek, aynı yolun yolcusu olmak, görmezden gelmek, köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek” benzeri ifadeler yok. Demek ki herkes birbirinden saf, halkımız da kırk yıldır, “kandırılanlar tarafından kandırılıyor.”

En hazin durumdakiler de, “kandıran mı, kandırılan mı?” oldukları meçhul liberal-sol liberal güruh. İslami kesimlere yönelik her hamleye, “darbe” yaftası yapıştırmaya meyyal bu kesim için, aslında çok uygun bir iklim oluşur gibiydi.

Ah kalkışmacıların arkasında Kemalistlerin bulunduğu bir anlaşılsa, “demokrasiye” sahip çıkıyorum diye, “fırsat bu fırsat” RTE’yle aradaki buzları eritebilir, Cemaat ile Saray arasında arabuluculuğa bile soyunabilirlerdi. Şimdi, “İnanamıyorum ! olamaz!”, “Dindar dindara bunu yapar mı!” ruh hali içindeler. Oldu olacak, “bari Cemaat’in suçuna bir ortak bulalım” çabası da şu ana kadar sonuç vermedi.

Yanlış anlaşılmasın, darbeciliğin Cemaat’e ait bir haslet olduğunu öne sürmek safdillik olur. Zaten yakın tarih de bu iddiaları yalanlar. Ne var ki, başını Cemaatin çektiği, asıl öznesi ve tasarlayıcısı olduğu bilinen bir maceraya atılmak konusunda başka kesimlerin fazla istekli olmadıkları anlaşılıyor. Ordudaki Kemalistlerin en yakın silah arkadaşlarını, komutanlarını, Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk davalarıyla perişan eden bir kesimle iş tutmaları, aynı akıbetin kısa sürede kendi başlarına geleceğini öngörememeleri zaten fazla safdillik aykırı olurdu.

Ekonominin akıbeti…

Son günlerde, “piyasaları canlandıralım, ekonomiye can katalım”, böylelikle darbeleri boşa çıkaralım yollu mesajlar geliyor. Ne yazık ki, bu temennilerin gerçekleşmesi güç görünüyor. Çünkü yurttaşlar güvenlik kaygısıyla fazla dışarı çıkamayınca, belirsizlik ortamında harcamalarını kısınca, otomatikman talep düşer. Kamuda tüm izinlerin kaldırılması, milletin tatilini yarıda kesmesi de üstüne tuz biber ekti. Böyle bir ortamda insanlar konut alımlarını erteler, dayanıklı ev aletlerini yenilemez, sadece günlük harcamalarla yetinir.

Sokaklara bakın, Batılı bir turist görmeniz mümkün değil. 2014’te 30 milyar dolara dayanmışken, 2016 için 27 milyar dolar öngörülen turizm geliri yarıya kadar düşebilir. Bu koşullarda doğrudan yabancı sermaye yatırımı zaten gelmez, yurt dışından borçlanma da zorlaşır.

Yabancıların mayıs sonu itibarıyla, en önemli kalemleri 44 milyar doları hisse senetlerinde, 31 milyar doları devlet iç borçlanma senetlerinde olmak üzere, toplam 112 milyar dolarlık portföyü bulunuyor. Henüz buralardan krize neden olacak bir çözülme yaşanmadı. Dünyada faizlerin çok düşük seyri, hatta gelişmiş ülke kamu kâğıtlarının üçte birinin eksi getiriye sahip olması nedeniyle, “bekle gör” politikası izleyen fonlar çoğunlukta. Bankalarda 158 milyar dolar yabancı para mevduatı bulunuyor. Buna karşın Merkez Bankası’nın toplam rezervi (banka karşılıkları, ROM hesapları dahil) sadece 112 milyar dolar. Bu nedenle daha büyük tehlike, mevduat sahiplerinin bankalara yönelmesi ki, henüz bu ölçüde bir panik hissedilmiyor.

Son günlerde kredi derecelendirme kuruluşları etrafında bir tartışma yaşanıyor. Uluslararası para ve sermaye piyasalarından borçlanmak için, “üç büyükler” de denen, Standard and Poors, Moodys ve Fitch’in en az ikisinin nezdinde, “yatırım yapılabilir ülke” statüsünde bulunmak koşulu aranıyor. Türkiye’nin, Moodys ve Fitch’deki notu tam sınırda, 4.5 tan 5 ile geçer düzeyde. Standard and Poors’un zaten düşük bir not, diyelim 3 verirken, bunu 2’ye indirmesi fazla bir etki yaratmadı. Fitch’in, BirGün dahil basına, “not indirdi” diye yansıyan kararı, sadece notlama metodolojisine ilişkin bir düzenlemeydi. Asıl gözden geçirme 19 Ağustos’ta yapılacak.

Fitch’in ardından Moodys’in muhtemel bir fon indirimi, bazı fonların otomatikman ülkeyi terk etmesine neden olur ki, bu da haliyle döviz piyasasını karıştırır.

Şirketlerin kendi hisselerini geri alabilmelerine ilişkin, “Yüzde 10’u geçemez” kısıtının kaldırılması, Rus ruleti oynamaya benziyor. Çünkü böylelikle şirketler kendi hisselerinin fazla düştüğü kanaatine vardıkları/hükümetten telkin veya tehdit geldiği koşullarda devreye girebiliyor, borsa endeksine destek veriyor. Likidite pompalaması sayesinde ucuz kredi, operasyonları kolaylaştırıyor. Ne var ki suni yükselen fiyatlar, yabancılar ve bazı yerliler için hisseyi satıp dövize yönelme fırsatı yaratıp tahribatı artırabilir, bir anda paniği tetikleyebilir.

Ekonominin kaderini, rating kuruluşu yöneticilerinin iki dudağı arasından çıkacak sözlere mahkûm edenler düşünsün, demek mümkün. Ama yine de iki uyarıda bulunmak yurttaşlık görevi sayılır. Birincisi; idam cezasını telaffuz etmek, Cemaat bağlantılı gördüğünüz yapılara keyfi yaptırımlar uygulamak gibi hatalardan sakınmak gerekir. İkincisi, emek kesiminin kıdem tazminatı ve kazanılmış sosyal haklarında kısıtlamalar, hem toplumsal memnuniyetsizliği artırmak, hem de ekonominin itici gücü iç talebi baltalamak gibi vahim sonuçlar verir.

Kaynak: Birgun.net