Sosyal medyada yan yana konulmuş iki fotoğraf üzerinden sıkça yapılan bir karşılaştırma var. Fotoğraflardan ilkinde, beyaz tenli, renkli gözlü, iyi eğitim gördükleri her hallerinden anlaşılan, bakımlı ve iyi giyimli insanlar var. Fotoğrafın altında “Gerçek Osmanlı torunları” yazıyor ki, bu doğru; çünkü objektife poz verenler Osmanoğulları hanedanının yaşayan mensupları. Diğer fotoğrafta yer alanlar ise kavruk yüzlü, kirli sakallı, üstleri başları dökülen, lise terk, ay sonunu nasıl getireceğini bilemeyen, İmparatorluk döneminde yaşasalar saraydan içeri adımlarını atmalarına izin verilmeyecek tiplerden oluşuyor. O fotoğrafın altında ise “Kendine Osmanlı torunu diyenler” yazıyor.

“Gerçek Osmanlı torunları” ile “kendine Osmanlı torunu diyenler” arasındaki fark, fantezi ile gerçek arasındaki farkı oluşturuyor ve bu fark ne kadar büyükse, kendine Osmanlı torunu diyenlerin kafasındaki Osmanlı ile gerçek Osmanlı arasındaki fark da o kadar büyük. Lümpen sağcılığın Osmanlı dediği şey, bir fantezinden, bir kurgudan ve dolayısıyla koskocaman bir yanılgıdan başka bir şey değil.

Bu sözde “Osmanlı torunu”nun aklına Osmanlı dendiğinde Cüneyt Arkın’ın oynadığı Kara Murat’lar, Malkoçoğlu’lar gelir. Bir vuruşta devrilen kırk Bizans askeri, üç kişiyle fethedilen kaleler, Kara Murat’a sevdalanınca hak dinini bulup Müslümanlığı seçen “güzel olduğu kadar küstah” Bizans prensesleri gelir.

“Osmanlı torunu” için Osmanlı, “yükseliş dönemi”nden ibarettir; Fatih, Yavuz ve Kanuni padişahtır da, örneğin Deli İbrahim, örneğin III. Selim ya da V. Mehmet padişah değildir. Ha tabi bir de “33 yıl boyunca hiç toprak kaybetmediği” gibi bir efsane ile anılan, oysa tahttayken yüz binlerce kilometrekare toprak kaybeden Abdülhamit vardır: “İngilizler, Masonlar ve İttihatçılar birleşerek ‘Ulu Hakan’ı devirmiş, koskoca İmparatorluk çoluk çocuğun elinde üç beş sene içerisinde devrilip gitmiştir.”

“Osmanlı torunu” Osmanlı’ya baktığında yüzyıllar boyunca fakir Anadolu halkının tepesine çöreklenmiş bir sülaleyi görmez. “Reaya”, yani “sürü” adı verilen halkın emeğinin nasıl gasp edildiğini, omuzlarındaki korkunç vergi yükünü, o savaştan bu savaşa, o cepheden bu cepheye nasıl sürüldüğünü görmez. Osmanlı ebedi adaletin ve ilahi nizamın bu dünyadaki tecellisidir, Osmanlı devleti yeryüzü cennetinin ta kendisidir.

Marx, din için “Kitlelerin afyonu, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz bir dünyanın ruhu” demişti. Doğrudur, din yaşanan sefalete katlanmanın en önemli aracıdır, ancak yetmez. Bir hakikat olarak sefaletten fantezi dünyasına kaçışta milliyetçilik de muazzam bir araçtır. Evine ayda bir et girenler, çocuğunun cebine okul harçlığı koyamayanlar, iki yakası bir araya bir türlü gelemeyenler için bugünün sefalet, yarının ise endişe yüklü hakikatinden görkemli ve şanlı bir geçmişe kaçış en kolayıdır. Orada sığınılacak bir “altın çağ” vardır, orada padişahlar, ganimetler, savaşlar, mutlak bir adalet, masallardaki gibi bir zenginlik vardır.

Ama mesele sadece geçmişe sığınmak değildir, o geçmişin yeniden var edilebileceğine inanmak da önemlidir, yani “yeniden doğuş” efsanesine inanmak gereklidir. Bir zamanlar dört kıtada at koşturulmuşsa bu yine olabilir, bir zamanlar dünyaya hükmedilmişse yine hükmedilebilir, bir zamanlar padişahlar sayesinde cihan devleti olmuşsak, padişahlar kadar güçlü bir liderin öncülüğünde bu yine mümkün olabilir. İşte burada güce tapma, güçle özdeşleşme devreye girer. Patronundan, amirinden, müdüründen, ustasından tüm gün azar işiten, varlığı ciddiye alınmayan, horlanan, ezilen, eve gittiğindeyse karısını, çocuğunu döven kitleler için liderle, başkomutanla, reisle vs. özdeşleşmek, onu tanrısallaştırmak en kolayıdır. Bütün faşizmler de büyük ölçüde bu ikisi üzerine kuruludur zaten, “faşizmin kitle ruhu anlayışı” böyle işler: “Yeniden doğuş” miti ve lidere tapınma.

İşte bu “Osmanlı torunları” kendilerine anlatılan Lozan masallarına inanıyorlar şu sıralar. Osmanlı’ya dair kafalarındaki şeyin hakikatle uzaktan yakından ilgisi olmadığı için, kaybedilen toprakları, ödenemeyen borçları, Düyun-u Umumiye’yi, demiryolu imtiyazlarını, Mondros’u, Sevr’i bilmedikleri için Lozan’dan “hezimet” diye bahsediyorlar. Yetmiyor, 400 milyar dolar dış borç ne demek, sıcak para bağımlığı ne demek, enerji bağımlılığı ne demek bilmedikleri için, liderin peşinde Lozan’la çizilen sınırları genişletme, yeni topraklar ele geçirme, yeniden cihan devleti olma, hilafet, saltanat hayalleri görüyorlar.

Kitlelerin kandırılma arzusunun nasıl büyük bir felaketle neticelendiği yirminci yüzyılın ilk yarısında görülmüştü ama biz bundan bir ders çıkarmışa benzemiyoruz; ders çıkarmamız için ise bu felaketi toplum olarak bizzat deneyimlememiz gerekecek gibi görünüyor, oraya doğru koşar adımlarla gidiyoruz.

Kaynak: Birgun.net