Marksist düşünür Peter Gowan’a göre, hegemonyasını sürdürebilmek için ABD uluslararası ilişkilere, “bisiklet tekerleği” modeli ile yaklaşıyordu. Tek tek her ülkenin birbiriyle ilişkisi ABD üzerinden geçmeli, hiçbir ülke diğerine Washington’un rızası olmadan yaklaşmamalıdır.

Anlaşılan RTE de, “yeni Türkiye”yi bu model üzerinden tasarlıyor. Merkezi Kaçak Saray olmak üzere, Kemal Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli’yi de muavin koltuğuna oturtan “milli mutabakat” buradan sevk ve idare edilebilir; bisiklet tekerleğinin göbeğinde kendisi bulunduğu sürece Hulusi Akar’a, Metin Feyzioğlu’na, yerine göre Deniz Baykal’a, Celal Doğan’a yeni roller biçilebilir. Koç Ailesi burada kabul edilir. İstanbul sermayesi ile pazarlıklar burada bağlanır.

Yukarıda sayılan veya sayılmayan tüm aktörlere lüzumu halinde küçük tavizler verilebilir, imajları parlatılabilir, manevra alanları genişletilebilir, itibarları iade edilebilir. Yeter ki, RTE başkomutanlığında otoriter İslami bir rejim kurma ideali önünde engel olmasınlar. Kılıçdaroğlu istediği kadar “liyakat” demeye devam etsin, daha dün AYM’ye yandaşlık kontenjanından üç atama yapılıverdi. Alevileri Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nden geçmeye mecbur ederken, Şişli Hamidiye Hastanesi yetmiyormuş gibi, Haydarpaşa’daki askeri hastaneye de Sultan Aldülhamit adı koyuluverdi. Anlaşılan bu zihniyet aslında sırf Cumhuriyete karşı Osmanlıcılıkla da yetinmiyor; Osmanlı içindeki kavgalarda da II. Mahmut, III. Selim gibi modernleşmecilere karşı, istibdat sembollerinden yana tavır alıyor.

Haliyle 15 Temmuz darbe girişiminin ana ekseninde emek-sermaye çelişkisi bulunmuyordu. Tam aksine, sorun iktidar blokunun, neoliberalizmle barışık iki İslami bileşeni arasındaki “paylaşım” kavgasından kaynaklanıyordu. Yargıda-akademide-orduda kadrolaşmış Cemaat, kendine bağlı sermaye gruplarının “hizmetine” paralel bir ganimete konamadığından şikayetçiydi. 17-25 Aralık sürecinin ardından kendine bağlı işveren konfederasyonu TUSKON’dan da çözülmeler başlamış, ekonomik kaynaklar kurumaya yüz tutmuştu.

Özetle, 12 Mart’ta Orgeneral Memduh Tağmaç’ın sözlerine yansıdığı üzere, ortada “sosyal uyanışın ekonomik gelişmeyi aşması” gibi bir sorun yoktu. 12 Eylül 1980’deki gibi, ekonomiyi sermayenin programı doğrultusunda düzenlenen 24 Ocak Kararları’nı sekteye uğratabilecek bir işçi sınıfı örgütlülüğü de kalmamıştı. Ne var ki, her zamanki gibi, bir OHAL döneminin daha sermayenin talepleri doğrultusunda değerlendirilmemesi için de bir neden bulunmuyordu.

Şimdi haklı olarak sorabilirsiniz, Halit Narin’in, “şimdi gülme sırası bizde” sözlerine yansıdığı gibi, 1980’den bu yana zaten sermayenin neşesi yerinde değil mi? Doğru, ama anlaşılan artık sermayeye gülmek bile yetmiyor, fırsat bu fırsat Güzide Kasacı gibi kahkaha üzerine kahkaha patlatmayı arzuluyorlar.

İşte böyle bir dönemde, Birleşik Haziran Hareketi, “laiklik, demokrasi, barış” yanında “emeğin Türkiyesi” için de mücadelenin öneminin altını çizerek, “OHAL’de Emeğin Durumu ve Emeğin Türkiyesi İçin Mücadele: Ne Oluyor? Ne Yapmalı?” başlıklı bir broşür yayınladı. Raporun “Ne Oluyor” bölümünde emeğe dönük saldırıların en önemli mevzileri tanımlanmaya, “Ne Yapmalı?” bölümünde ise Emeğin Türkiyesi için savunulması gereken politikaların altı çizilmeye çalışılıyor.

Ne oluyor?

Ne yapmalı?

Tam metnine Birleşik Haziran Hareketi’nin web sayfasından ulaşılabilecek çalışmaya göre:

1) Olağanüstü dönem, sermaye tarafından olağanüstü yağma fırsatı olarak değerlendirilmektedir.

2) AKP’nin Olağanüstü Özelleştirme hamlesi, yandaş sermayeyi güçlendirme ve emeğin haklarını yok etme hamlesidir.

3) 15 Temmuz’un yarattığı puslu ortamda sermaye, fırsatı ganimet bilerek topluma Türkiye Varlık Fonu gibi projeleri dayatmaktadır.

4) Olağanüstü dönemde emekçilerin birikimlerine göz dikilmektedir.

5) Olağanüstü dönemde, olağanüstü bir hızla yasalaşan Bireysel Emeklilik Sistemi ile emekçilerin sırtından ulusal tasarruf yapılması amaçlanmaktadır.

6) Olağanüstü dönemde sermaye emeğin haklarının gaspına yönelmektedir.

Durum böyleyse, peki “Ne yapmalı?” sorusuna da şöyle cevaplar veriliyor:

1) Özelleştirme karşıtı mücadele yükseltilmelidir.

2) Özelleştirme kapsamında olan ve özelleştirilen kamu işletmelerindeki emekçilerin tüm hak kayıplarına karşı durmak gerekmektedir.

3) Yeni yolsuzluk ve usulsüzlük kapılarının açılmasına karşı durulmalıdır.

4) Borçla ayakta duran emekçilerin sade tasarrufu değil, bu tasarrufu gerçekleştirmek için gelir seviyesi yükseltilmelidir.

5) BES’te “cayma” hakkı kullanılmalıdır.

6) Emekçiler için vazgeçilmemesi ve savunulması gereken kamu emeklilik sistemidir.

7) OHAL bahane edilip sendikal haklar sınırlanmamalı, engellenmemelidir.

8) Sermaye, bir kez daha “şimdi gülme sırası bizde” diyememelidir.

9) Emekçilere dönük olağan dönemde yapamadıklarını OHAL’de yapabilmeleri önünde mücadele yükseltilmelidir.

B.H.H. metni, sonuç olarak da şunları vurguluyor :

Neoliberal politikaların Türkiye’deki mimarlarından Turgut Özal döneminde başlayan süreç, özelleştirme ve UVF gibi uygulamalarla ulusal sermaye ile uluslararası sermayenin entegrasyonunu yoğunlaştırmayı amaçladığı gibi, sermaye ilişkilerini daha da kalıcılaştırmaya yöneliktir. Kamusal varlıklarımızın, birikimlerimizin siyasi iktidar tarafından birkaç sermayedarın özel mülkiyetine dönüştürülmesine; ülkemizin üzerinde bulunan tüm değerleri ile birlikte iktidarın şirketine dönüştürülmesine karşı en etkili yanıtı 2013 Haziran Direnişi ile vermiştik. Yeniden Taksim’e “Topçu Kışlası” planlarıyla bu talanı taçlandırmada ve oldubittiye getirmelerde yine bizleri karşısında bulacaktır.

Kıssadan hisse : Şartlar ne olursa olsun, emek-sermaye, sınıf-sömürü ekseni sol açısından tali bir mücadele konusu kabul edilemez.

Kaynak: Birgun.net