Saç kurutma makinesinin sesinden rahatsızım. Parfümünüz dünyanın en güzel kokusu değil. Yürürken de şehirleri devirmiyorsunuz. Kendinizi göstermeye çalışmanızdan rahatsızım. Aynıyız, farkında değilsiniz ama ben anlatacağım.

Benzetilmek üzere dünyaya geldik ve bizi bir güzel benzetecek bizim gibiler. Başarılı olacaklar ve sonunda biz onlara benzeyeceğiz. Karakterimizin ağzına sıçacaklar, aynı şeyleri yapmazsak ötekileştirileceğiz.

Yaşadığımız çağ dönüştürüyor bizi farkında mısınız? Kemikleri kırılıyor hislerin. Ruhumuz çatlıyor çatır çatır ama sesini duymuyoruz. Duymuyorsunuz. Ben farkındayım, midem bulanıyor her gün. Kusmak istiyorum. Tüketim lunaparkında her gün başka bir oyuncağa binmekten rahatsızım. Etrafa gülümsemekten rahatsızım. Başarı diktasından rahatsızım. Eğlenmek zorunda olmaktan rahatsızım. Hayatıyla bir “etki” oluşturamayan insanların ontolojik kaygılarını izole etmek için bulduğu günü birlik “anlık” tepkilerden rahatsızım.

Benim gibi düşünen biri daha var Karamsar ama gerçekçi. Adı Guy Debord. Bahsettiğim şeyin adını koymuş bile: “Gösteri Toplumu“. 1967 yılında yazılan bu kuramsal kitapta kapitalizmle birlikte şekillenen tüketim ilişkilerinin ülke ve ideoloji ayırt etmeksizin bir gösteri biçimi yarattığı ve bu durumun kaçınılmaz olarak dünyanın tek bir pazar haline gelmesi ile sonuçlanacağı iddia ediliyor.

Gösteri Toplumunu ilk kez tanımlayan ve adlandıran Debord, kapitalist iktisadın ve meta dolaşımının uzantısı olarak nitelendirdiği gösteri egemenliğinin sosyalist oldukları iddiasında olan ülkelerde de var olduğunu, dünyanın yeniden tek bir pazar haline geleceğini ve bürokratik iktidarların da Amerikan tipi gösterinin hâkimiyeti altına gireceğinden bahsediyor. Çok da doğru demiştir. Gösteri, ekonominin gelişmesi için varken aynı zamanda ekonomi de gösteri için vardır. Yani karşılıklı olarak birbirini besleyen bu iki kardeş kavram insanları temsiller dünyasında yaşatır ve biz de durmadan tüketiriz. Tüketirken şuursuzlaşırız. İşte gösterinin istediği tam da budur. Giderek anonimleşen varlıklara dönüştükçe bir örnek olduğumuz dünyada insanın kendi aslını, sahiciliğini korumaya çalışması bu çağda verilen en zor savaşlardan biri haline gelir. Oysa biz savaştığımızı bile unuturuz ve öyle bir kendimizden geçeriz ki bize sunulan her şeyi içselleştirir, gerçek zannederiz.

Ulaşılmaz memnuniyetsizlik dağının savaşçıları, asla sorgulanamayan, sorgulansa dahi sonuç alamayacağımız bu hikâyenin sonu karar alma ve tüketim şeklinde bitiyor. Bugün sen tüketiyorsun, yarın da seni tüketecekler. Hatta tüketiyorlar bile. Hepimiz meta cennetinin parçalarıyız, star yaşamları görünür biçimi bu cennetin. Her metanın kendisi için çalıştığı, farklı olmak için didindiği binlerce profilin oluştuğu bu gösteride sahneye atlamak da zor değil üstelik. Birkaç delice snap, uçuk fotoğraflar ve hoop sahnedesin. Yetenek kavramın yitimi bizi uçuruma sürüklüyor. Dağın tepesinde yaşamdan söz ediyoruz, oysaki suyumuz azalmış, erzağımız yarım. Küçük tatminlerin ruhumuzu sarhoş etmesi bazen aşağılıkça gelse de durum bu.

Ben kaçmak istiyorum, kaçıp gitmek. Bir yanım da hiç ayrılmak istemiyor bu sahneden. Sanıyordum ki ben farklıyım. Tamam, itiraf ediyorum, benim de umurumda o ayakkabıyı almak. Ciğerinizi de ciğerimi de biliyorum. Bu dehlizden kaçış yok, zaten buradan kaçmak isteyen de yok. Sahne sırası kimde şimdi diye sormaya da gerek yok. Hepimiz star’ıyız gündelik monoton yaşamlarımızın. Anladım ki tüketim aracılığıyla gerçekleşen mutlu bir sosyalleşmenin görüntüsü, tüketicinin gerçek bölünmeler konusundaki farkındalığını, yalnızca bir sonraki metanın düş kırıklığına kadar erteliyor. Benzersiz olarak tanıtılan ürünlerin aslında seri üretim çıktısı gibi farklılığımız. Dışımız farklı diye benzersiz sanıyoruz kendimizi. Bu durum ambalajın içindekini sollamasından geliyor. Memnuniyetlerin sahteliğinden gelip, geçiyoruz. Belki tesellimiz Adorno’nun iyimserliğinde gizlidir, kim bilir.

Gösteri Toplumu kitabının 1973 yapımı belgeselini izlemek için tıklayınız.

Gaia Dergi

Kaynak: Birgun.net