Boris Johnson için de aynısı olmuştu, hatta gazetelerimizden birinde “Londra Belediye Başkanı Bir Türk” diye yazıldığını bile hatırlarım. Malum, Kuvayı Milliye karşıtı Türk gazeteci Ali Kemal’in torununun torunudur Johnson.

Tabii ki, -kendi deyimiyle- kanında, “söz edilmeye değmeyecek kadar Türklük” vardı ama medyamız Johnson’un Türk olduğuna karar verip, gururlanmaya devam etmişti. Şimdi Pakistanlı Sadık Han’ın başına gelen de bu. İslamcı medyamız, sanki o başarıda kendilerinin de payı varmış gibi, “bir Müslüman Londra’nın Belediye Başkanı oldu” başlıklarıyla duyurdular haberi.

Benim gibi yıllarca yurtdışında yaşamış olanlar daha iyi anlayacaklar, bu gelişme Han’ın şahsında tüm göçmenler için büyük önem taşıyor. Göçmenlerin hak arama mücadelesinde bunun çok ciddi bir moral değeri var elbette. Aslında göçmenleri gettolaştıran bir yanı da olan “Çokkültürlülük” politikasının en iyi sonuçlarından biri Han’ın kişisel “başarısıdır” kuşkusuz.

Sadık Han’ın Londra gibi hem kültürel hem de siyasi açıdan çok önemli süper bir kente başkan olmasından çıkarılacak başka sonuçlar da var. Bir kere Batıda yaygınlaşan İslamafobi’den tüm Batı insanını sorumlu tutanlara verilmiş bir yanıttır bu. İkincisi, İslamafobi’ye Londralıların verdiği yanıttır, nihayet üçüncüsü de etnisitenin, din farklılıklarının sanıldığı gibi gelişmiş toplumlarda bir öneminin olmadığının kanıtıdır. Etnisite/din farklılığı Türkiye gibi dış düşman fobisiyle yaşayanların önemli buldukları olgular. Gayrimüslim komşu istemeyen Türklerin sayısının ne kadar çok olduğunu saptayan anketleri anımsayalım bir an.

Han nasıl bir Müslüman?
Başarısından kendilerine pay çıkaran dinci takımının aslında sopayla kovalayacağı bir Müslüman Sadık Han. İçki içmiyor ama içki yasağına şiddetle karşı, örneğin. Türbanı, örtünmeyi savunuyor ama eşinin başı açık. Gençliğinde uğradığı ırkçı saldırılar onu yaşadığı topluma düşman yapmadı. Toplumda sadece Müslümanların mağdur olduğu yönünde bir açıklaması falan da yok. Kendisini diğer azınlıkların içinde en “mağdur” gören Müslümanlardan değil. “Benim hikâyem bir Londra hikâyesidir” der, ki çok severim bu cümlesini. Londra’da azınlık olan herkesin yaşadıklarını yaşadığını vurgulayan bir cümledir bu. Londra’nın özel olarak Sadık Han için yazdığı bir hikâye yok. “Beyaz Kültür” yıllardır, aşağılanmayı, ötelenmeyi “siyah” olanlar üzerinden yaptı İngiltere’de. Bu nedenle bu ülkedeki tüm göçmenlerin, Türk’ü, Kürdü, Pakistanlı’sı, Hindistanlı’sı, Maltalı’sı, Kıbrıslı Türk’ü, Rum’u hepsi “siyah”tır aslında. Tüm bu farklı din/etnisite mensuplarına, kimi farklılıklar olsa da, aşağı yukarı aynı hikayeyi yazmıştır Londra. Başka ülkelerdeki göçmen yoğunluklu şehirler gibi. Sadık Han’ın farkı, bir çok engeli aşıp gelen tüm göçmenler gibi Londra’ya kendi “hikâyesini” kabul ettirmesi oldu.



Babası bir otobüs şoförü, annesi terzi olan bu göçmen çocuğu Londra’ya kendi hikâyesini, onun kabul edeceği tarzda yazdı. Ama bunu çoğu zaman, göçmen olmanın kimi tutumlarından taviz vererek yaptı. O nedenle İşçi Partisi hükümetinde Bakanlığa kadar yükselebilmiştir.

Sadık Han, Tony Blair hükümetinin ABD’nin kuyruğuna takılıp Irak’a saldırısına destek veren berbat bir adamdır. İşçi Partisi içinde sosyalist kimlikleri ile bilinen Ken Livingston (eski Anakent Belediye Başkanı), babasından kalan Lord’luğu elinin tersiyle reddeden monarşi karşıtı büyük sosyalist Tony Benn, şimdinin İşçi Partisi Lideri Jeremy Corbin, Blair’e, Irak krizindeki Amerikan yanlısı tutumundan ötürü dünyayı dar ederlerken, işte bu büyük günahkar Sadık Han, Irak savaşına destek veren bir Blair’ciydi. Hem İngiltere’ye, hem Londra’ya “kendi hikayesini” böyle “yazdı” Han. Bizim Müslümanların sevincini pek bir gülünç bulmamın nedeni budur belki de.

Şimdi…Irak’ın bombalanmasının “eli kulağında” olduğu zamanlarda, Londra sokaklarını dolduran 2 milyon savaş karşıtının arasında (ben de oradaydım, ne mutlu) binlerce Londralı’nın Irak savaşını desteklemiş birini Belediye Başkanı seçmesi tuhaf gelebilir. Gelmesin.

Solcu taban seçti
Toplumların birbirleriyle kıyaslanması iyi bir şey değil elbette ama gayrimüslim komşu edinmekten kokanların bir hayli fazla olduğu Türkiye’nin aksine, “Müslüman bir komşusu” olmaktan korkmayanların çoğunlukta olduğu bir toplumdur İngiltere. İkincisi, kim ne derse desin, İşçi Partisi, -Corbyn’i dışarıda tutarak belirtiyorum-, düzenle uyum içindeki tiplerden ibaret değil. Partinin tabanını işçiler, sendikalar oluşturuyor. Bu çok güçlü bir “sol” damar var demektir. (Uygun mu bilmem ama eklemem lazım; Corbyn’in en büyük başarısı partiyi gittikçe bir “sosyal hareket”e dönüştürmesidir, ki bu muazzam bir gelişmedir. Bu, partiyi çok daha geliştriecek bir olgu). Partinin tabanındaki sol değerler Han gibilerinin dinine, etnisitesine takılmaz. Meseleye sınıf açısından bakar. Buradan baktığı içindir ki Han’ın Muhafazakar Partili rakibi, “bembeyaz bir İngiliz” olan Zac Goldsmith’in burjuva çıkarlarının temsilcisi olduğunu bilerek davrandı. İşçi Partisi’nin tabanı elbetteki her ne kadar “makbul bir göçmen” olsa da Han’ı seçecekti. Seçti de.

Bunun, hem İngiliz ırkçısına, hem göçmenleri potansiyel tehlike gören muhafazakara, hem de göçmenin emek-üretim sürecindeki yerini, önemini görmezden gelip onu kapı dışarı etmeye niyetli AB karşıtına verilmiş muazzam bir yanıt olduğu tartışılmaz. Bu, emekten, kardeşlikten yana olanların zaferidir tabii ki.
Bu zaferde, Han’ın Müslüman oluşunun özel bir payı yok. Dinci medya boşuna faydacılık yapıp kendine pay çıkarmasın.

Kaynak: Birgun.net