G-20 liderler zirvesi 4-5 Eylül tarihlerinde Çin’in Hangzu kentinde gerçekleştirildi. 2008’de küresel finansal krizin patlak vermesiyle, “G-7 elitler topluluğunun” kapsama alanının yetersizliği ortaya çıktı ve dünya ekonomisinin yüzde 85’ine hükmeden 20 ülke ilk kez Washington’da bir araya geldi. O günden beri G-20 küresel sorunların tartışıldığı başlıca ekonomik forum niteliği kazandı.

Hangzu zirvesi, Çin’in dünya sahnesinde iddialı bir aktör haline gelişinin tescillendiği dönüm noktası olarak da düşünülebilir. Bu nedenle Pekin, hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan 1 milyar dolara bir toplantı merkezi inşa etti, kentin ünlü Batı-Gölünü tamamen ışıklandırdı. Hangzu’nun, Çin’in ilk küresel markası Ali Baba’ya ev sahipliği yapması da ayrı bir imaj parlatma fırsatı yarattı.

Başkan Xi Jinping toplantı öncesi, tartışmaların küresel büyümenin hızlandırılması, yenilikçiliğin teşviki ve dünya ticaretindeki engellerin kaldırılmasına odaklanmasını arzuladığını söyledi. Bu ifade dolaylı olarak da, insan hakları ihlallerini, Güney Çin Denizi’ndeki kıta sahanlığı çekişmelerini ve çelikteki aşırı üretim iddialarını gündeme getirmeyin iması taşıyordu.

Zirve öncesinde IMF tartışmalara zemin niteliğinde bir rapor yayınladı. Metinde, düşük büyüme, yavaşlayan dünya ticareti, çok çok cılız yatırım eğilimlerine dikkat çekildi. Gelişmiş ülkelerin umudu ABD 2016’nın ikinci çeyreğinde sadece yüzde 1.1 büyürken, Çin yavaşlasa da yüzde 6.7’lik bir tempo yakalamayı başarmıştı. IMF dahi, o sınırlı büyümenin meyvelerinin yalnızca en zenginlere nasip olduğunu, düşük gelirlilerin sebeplenemediğini söylemekten çekinmedi. Deflasyon demekten uzak durup, çok düşük enflasyonun reel faizleri yukarı çektiğini ve yatırım eğilimini baltaladığını ifade etti. G-20 liderlerinin büyüme ve yatırımı canlandırmak için koordineli davranmalarının gereğini vurguladı.

Tahmin edilebileceği gibi Hangzu zirvesinden dünya ekonomisini canlandıracak bir ortak irade çıkmadı. ABD-AB-Japonya üçlüsü, dünya piyasalarını ucuz çeliğe boğduğunu öne sürdükleri Çin’e yüklenmeyi tercih ettiler. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ardı ardına beşinci yılda da dünya ticaretinin yüzde 3 eşiğinin altında, 2016’da ancak yüzde 2.8 artmasının beklendiğini açıkladı. DTÖ’ye göre tüm dünyada korumacılık eğilimleri artıyor, 29 Bunalımı’nı çağrıştıracak bir içe kapanmacı eğilim gözleniyor. Kollektif emperyalizmin temsilcisi Washington-Brüksel-Tokyo üçlüsü ise, sorunu saptamak yerine Pekin’i günah keçisi ilan etmeyi yeğliyor.

Bilindiği gibi Trans Pasifik Ortaklığı (TPP), Asya-Pasifik bölgesindeki 12 ülke arasında, sadece ve sadece Çin’i izole etmek amacıyla devşirilmiş bir anlaşma. Çin ise, yükselen güç olarak kendi ihtiyaçlarına uygun tasarımlardan geri durmuyor. Yeni İpek Yolu- Bir Kuşak Bir Yol- projesiyle Avrasya’yı boydan boya kuşatan bir ekonomik entegrasyon projesine imza atıyor. Asya Altyapı Yatırım Bankası’yla da altyapı finansmanı sağlıyor. Özellikle projenin İran ve Rusya ayakları yeni bir jeopolitik konumlanmanın ekonomik altyapısı izlenimi uyandırıyor.

Büyük resme bakıldığında 2008’de patlak veren küresel finansal ve ekonomik krizin çok yönlü etkileri sürüyor. Kapitalizm ekonomik, politik, ideolojik ve ekolojik çıkmazdan bir türlü kurtulamıyor. Hem gelişmiş Kuzey ülkelerinde, hem de kalkınma çabalarındaki Küresel Güney’de geniş emekçi kitlelerin yaşam standartları durmadan geriliyor. Artık, IMF’nin bile kabul ettiği gibi, gelir ve servet dağılımı adaletsizlikleri giderek artıyor.
Özellikle 1980’lerden beri egemen olan; özelleştirme, liberalleşme, kuralsızlaşma yoluyla sermayenin önündeki tüm engelleri kaldıran, “eğitim, sağlık, sosyal güvenlik” dahil kamu hizmetlerini piyasanın güdümüne sokan neoliberal kapitalizm tıkanmış durumda. Küreselleşme rüzgarıyla bu ilişkileri tüm dünyaya yayan, başta Çin anti-kapitalist/prekapitalist coğrafyaları da fetheden kapitalizm sistemin kendi mantığı içerisinde bir çıkış yolu bulamıyor. 29 Büyük Bunalımı sonrasındaki gibi, çoğunlukla kamu işletmeleriyle kitlesel mal ve hizmet üretimine dayanan, Refah Devleti uygulamalarıyla emekçilerin “etkin talebini” destekleyen yeni bir birikim rejimi de tasarlanamadı. Panama Belgeleri’nde ortaya saçıldığı gibi, zenginler vergi ödeme yükümlülüğünden bile kaçınıyor. Krizin başlarında G-20 zirvesinde söz verilen vergi cennetlerinin denetim altına alınması, üst düzey yönetici ikramiyelerinin kısıtlanması, finansal kazançların vergilendirilmesi, temel gıda ve ihtiyaç maddelerinin finansal spekülasyon konusu olmaktan çıkarılması gibi, “palyatif önlemler” dahi hayata geçirilemedi.

Muhalif seslerin, emek kesimi temsilcilerinin kapitalist küreselleşmesinin sonunun geldiğini söylemelerinin haber değeri olmayabilir. Ne var ki, Davos Dünya Ekonomik Forumu’nun sitesinde yayınlanan bir makale de, “küreselleşmenin raf ömrünün dolduğu”nu kabul ediyor, “fikri değil ama kelimeyi çöpe atalım” önerisinde bulunuyor. (Pedro Nicolaci da Costa, “Dump Globalization: the word, not the idea”). Neoliberal itikadın sınırları dışına çıkmadan küreselleşmenin kaçınılmazlığını savunmaya devam etse de, zengin ülkelerde düşük ve orta gelirli çalışanların yaşam standartlarının gerilediğini kabulleniyor.
Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz’in, “eğer küreselleşme toplumun çoğunluğunun yararına işleyecekse, güçlü sosyal-korunma önlemleri uygulanmalı” önerisine sığınıyor. Kapitalist küreselleşmenin kendi mantığı içerisinde sosyal boyutun nasıl sağlanacağı ayrı bir tartışma konusu olsa da, küreselleşmenin en yavuz savunucusu bir kurumun temsilcisinin süngüsünün düşmesi, neoliberal-piyasacı rüzgarların dindiğinin açık bir kanıtı.

Martin Jacques da, The Guardian’daki “Neoliberalizmin ölümü ve batı politikasında kriz” makalesinde, sade yurttaşın neoliberalizme tepkisinin iyice kabardığına dikkat çekiyor. Jacques’a göre, 1980’den beri yaşam standartları ve sosyal hakları gerileyen insanlar sağ ve sol populizme sarılıyor. ABD’de Bernie Sanders’e (Sol) ve Donald Trump’a (Sağ) yönelen, özellikle beyaz işçiler aslında statükoya baş kaldırıyor. Trump’ın Müslümanlara ve Meksikalılara yönelik ırkçı ve yabancı düşmanı söyleminin ardında, hem ABD’nin saldırgan dış politikasına tepki, hem de emek piyasasındaki rekabetin işçi sınıfına ödettiği bedeller yatıyor. Trump başkanlık seçimini kaybetse de, Sanders’in Demokrat parti adaylığı bin bir hileyle engellense de, küreselleşmenin getirdiği eşitsizliklere muhalefet dinmeyecek. (The death of neoliberalism and the crisis in Western politics. The Guardian 21 Ağustos 2016).

İşgücü maliyetleri düşük, döviz rezervleri güçlü olan Çin ise küreselleşmenin baş savunucusu pozisyonunda. Hangzu zirvesinde Jinping korumacılık eğilimlerine ve bilançolarındaki aşırı borçlanma risklerine işaret etti. Yükselen bir güç olan Çin’in önüne, “Tukidides tuzağı” tehdidi konuluyor. Harvard Üniversitesi’nden Graham Allison 2012’de, Atina’nın yükselişine Sparta’nın savaşla karşılık vermesine referansla, ABD ile Çin arasında bir savaşın kaçınılmazlığına dikkat çekti. Güney Çin Denizi anlaşmazlıkları üzerinden tüm bölge ülkelerini Çin’e karşı seferber etmeye çalışan ABD’nin saldırgan hamleleri böyle bir endişeyi besliyor. Çin ise, Ege Denizi üzerinden küçük bir coğrafi alana sıkışan metaforun geçerli olmadığını savunuyor. Ekonomik küreselleşmenin, uluslararası kurumsal yapıların, devletler arasında karşılıklı bağımlılığın ve nükleer caydırıcılığın böyle vahim bir sonucu engellemesi gerektiğini öne sürüyor.

Giovanni Arrighi de, 1970’lerin ABD için sinyal krizi olduğunu, nihai krizin ise finansallaşma sonucu geldiğini savunur. ABD ekonomik gerilemesine karşın, kahreden askeri gücüyle hegemonyasını kolay teslim etmeyecektir. Üç emperyal strateji söz konusudur. Birincisi ve en ılımlısı, Henry Kissinger’ın Çin’le bir uzlaşma zemini sağlamayı ve aynı zamanda onu siyasi-iktisadi mekanizmalarla çevrelemeye devam etmeyi öngörendi. Diğerleri ise, Çin’e karşı bir yeni soğuk savaş açmak veya Çin’i komşularıyla birbirine düşürüp, onlar savaşırken kenardan “mutlu üçüncü” rolünde kıs kıs gülerek izletmekti.

G-20 zirvesi, Arrighi’nin endişelerini dağıtacak bir uzlaşma iklimi doğurmadı. Zaten dünyanın ezilenlerinin ana öznesi olmadığı bir “çıkış yolu” fazla gerçekçi görünmüyor. Gelgelelim neoliberalizmin, kapitalist küreselleşmenin yaldızlarının döküldüğü bir dünyada solun ideolojik açılımlarına daha uygun bir ortam bulduğu da inkâr edilemez…

Kaynak: Birgun.net