KANSU YILDIRIM

Ölümlerin kronolojisi AKP’nin siyasi tarih çizelgesinin ayrılmaz bir parçası haline geldi. TİHV’in raporuna göre en az 321 yurttaş sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş zaman dilimleri içerisinde, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin raporuna göre 2002 yılından bu yana en az 17 bin işçi iş cinayetlerinde, Efkan Ala’nın görevde olduğu dönemde yaşanan 17 büyük saldırıda ise en az 580 kişi yaşamını yitirdi.

İstatistik uzunca bir süredir bu ülkede ölümleri coğrafyaya ve alanlara göre tasniflendirmekten başka bir şeye hizmet etmemektedir. Zaten istatistik kelimesinin etimolojisi irdelendiğinde Almanca staat yani devlet ile aynı yerden türediği görülecektir. Rakamların dili ölümlerin tasnifinin devlet katında rutinleşen bir işlem haline geldiğini betimlemektedir.

Çok açıktır ki, siyasi iktidar aşağı doğru batarken kütle çekimi ile ülkeyi de beraberinde dibe çekmektedir. Bu dönemde liberallerin düşlerini süsleyen normalleşmeden ise çok uzakta durmaktadır. Darbe teşebbüsü sonrası taşları döşenen “milli mutabakat” aşamasında “Topçu Kışlası”, “hainler mezarlığı”, “doğum kontrolünü çöplüğe atacağız” gibi açıklamalarla, AKP, kutuplaşmayı diri tutmayı ihmal etmemektedir.

AKP, 14 yıllık iktidarının kritik dönemlerinde kutuplaşmayı, rövanşist ve tasfiyeci bir eğilimle sürdürmeyi yeğlemektedir. Böylelikle hareket alanının sınırları çizdiği gibi, tabanının biraradalığını sağlayan siyasal İslamcı konsolidasyonla varlığını idame ettirebileceğinin farkındadır. Bu noktada ilgisiz veya mantıksız görünen çıkışların tümü, belirli bir mantığın izdüşümüdür.

Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın Che Guevara’ya saldırısı ile “Laiklik yeni anayasada olmamalı” çıkışı arasında süreklilik mevcuttur. 15 Temmuz sonrası Türkiye siyasal yaşamındaki aşırı yüklemeyi maskelemeye yönelik propagandif bir çıkış olduğu kadar, milli mutabakatın ideolojik içeriğini belirleyecek bir müdahaledir. Tıpkı Devlet Tiyatrolarına darbe girişimi sonrasında “milli-manevi duyguları pekiştirmek” için “yerli oyun oynama” talimatı verilmesinde olduğu üzere, “milliliğin” karakteri vurgulanmaktadır.

İzdüşümleri anlamak için Kahraman’ın kişiliği içinde cevap aranırsa, kişiliklerin çok katmanlı yapısı içinde kaybolma ihtimali bulunmaktadır. Kahraman’la benzer bir şekilde, gerilimlerin olduğu dönemde gerilimleri kanırtmayı amaçlayanlar hatırlanabilir. 10 Ekim Ankara Katliamı’nda havadaki yanık et kokusu geçmemişken Star ve Yeni Akit yazarları ne yazmıştı: Star’dan Ahmet Taşgetiren “Halay ile patlama anına ilişkin videoyu izlemişsinizdir. Hayret, nasıl bir senkron var 'Bu meydan kanlı meydan' nakaratı ile bombacının pimi çekmesi arasında? Hayret!” demişti. Yeni Akit’ten Serdar Arseven “Miting öncesinde ‘derin sol’ katliam; çok sayıda ölü, yaralı var. Yine ‘adamları’nın canı üzerinden ‘seçim çalışması’ yaptılar!..” cümlesini kurmuştu.

Hannah Arendt mantığıyla bu tip açıklamaları “kötülüğün sıradanlığı” bağlamında “acımasızlık” yahut “vicdansızlık” şeklinde değerlendirmek mümkündür. Ne var ki, kötülük salgınının arkasında maddi çıkarları kollama gereksinimi yer almaktadır. Roboski Katliamından sonra hesap soranlara “nekrofili” diyen zihniyet şimdi başka bir söylemle yine karşımızdadır. Farklı zamanlarda farklı olaylar karşısında verilen “irrasyonel” refleksler sebepsiz değildir.

Kötülüğün kazandığı anlam, devletin aldığı biçimle doğru orantılıdır. Otoriter kişilikler ve otoriter söylemler, devlet aygıtı içindeki yapısal ilişkilerle açığa çıkar. AKP iktidarında bu 2010 yılı arifesiyle başlatılacak bir süreçtir.

***

AKP, 2010 yılından itibaren yürüttüğü mevzi savaşları ile devlet aygıtı içinde şu ana kadar hiçbir hükümetin ulaşamadığı hareket alanına erişim sağlamıştır. Hukuki operasyonlarla çok kritik dönüşümler için altyapı hazırlamıştır. Dönüşüm sürecinde güç biriktirmek ve destek bulmak için “trasformismo” dalgalarıyla liberalleri ekle-çıkar yaptığı gibi, Gülen Cemaati gibi iktidar bloğu sakinlerinden kurtulmanın programını da yürürlüğe koymuştur.

15 Temmuz sonrası, bu nedenle, AKP iktidarını yıprattığı gibi rotasını tayin ederken görüş açısını genişleten bir imkan sunmaktadır. Olağan yasama döneminde itirazları peşinden sürükleyecek uygulamalar olağanüstü halin KHK’larında hayat buldu. En kritik örneklerinden birisi 668 sayılı OHAL KHK’nın 12’inci maddesidir.

MADDE 12- 2803 sayılı Kanunun 12 nci maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.

"MADDE 12- Lüzum görüldüğü hallerde İçişleri Bakanı tarafından, Emniyet Genel Müdürlüğü, Sahil Güvenlik Komutanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı arasında her kademedeki personel, geçici olarak görevlendirilebilir. İçişleri Bakanı bu yetkisini il valilerine devredebilir. Ayrıca, İçişleri Bakanının onayıyla; Emniyet Genel Müdürlüğü, Sahil Güvenlik Komutanlığı ve Jandarma Genel Komutanlığı silah, mühimmat, teçhizat, taşıt ve diğer taşınırları ile taşınmazlarını birbirlerine geçici olarak tahsis edebilirler veya bedelsiz olarak devredebilirler.

Bu madde ile ordunun teşkilat şemasında yer alan jandarma personel, araç ve taşınmazları ile müşterek biçimde polis gücünün kullanımına açıldı. Koşullarla beraber incelendiğinde, jandarma ve sahil güvenlik ile polis arasında eşdeğer bir idari müştereklik yaratmaktan ziyade polisin gücünün arttırılmaya amaçlandığı ortadadır.

Erdoğan, fani bir ölümlüden ziyade, farklı kolektif çıkarların temsilcisi olarak iktidar bloku içinde yer almaktadır.

Bu maddeyi kritik hale getiren, olağan halde, yani darbe teşebbüsünden üç yıl önce hayata geçirilmek istenmesidir. 2013 yılında Erdoğan’ın açıkladığı “demokratikleşme paketinde” Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı bulunan ve ordunun fiilen dördüncü kuvvetini oluşturan Jandarma Genel Komutanlığı’nın tamamen İçişleri Bakanlığı’na bağlanması planlanmıştı. Ancak jandarma örgütünün askeri boyutunun değiştirilmesi kapsamlı bir çalışmayı gerektirdiğinden bu reformun açıklanmasının, çalışmanın tamamlanmasının ardından yapılması kararı alındı ve çalışma askıda kaldı. Basında yer aldığı üzere, Erdoğan, başbakan olduğu 2008 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü'ndeki iftar yemeğinde polislere seslenirken de bunun sinyallerini vermişti.

Hükümetin programında yer alan ancak mevcut dengeler ve bürokratik teamüller nedeniyle hayata geçirilemeyen planlamalar olağanüstü halde ifade bulmaktadır. Kamu mimarisini yeniden dizayn eden, devlet aygıtlarını yeniden düzenleyen gelişmeler bir gecenin ya da keyfiyetin ürünü değildir; süreklilik söz konusudur. Devlet iktidarının monoblok biçimde örgütlenmesini öngören adımlar, değişik zamanlarda değişik ölçülerde yürürlüğe konmaktadır.

***

15 Temmuz sonrası siyasi moment, AKP iktidarına 2010 Referandumu ile ulaştığı hareket alanı dışında başka bir alan yaratmıştır. Bu seferki alanın ideolojik ve simgesel tabanı öncekilere göre daha kuvvetlidir. 17-25 Aralık Yolsuzluk Operasyonlarından sonra sık sık “istiklal mücadelesi” içinde olduğunu dile getiren AKP iktidarı, gerçek anlamda bir savaş içinde algılanmamıştı. Erdoğan, gerek 17-25 Aralık sürecinde “savaş” içinde olduğunu dile getirdiği halde, gerekse Şah Fırat Operasyonunda Cumhurbaşkanı olarak Başkomutan sıfatına sahip olduğu halde “Başkomutan” olarak anılmamıştı. Şimdiyse toplumun bir kesimi için “reis”ten sonra bu makam Erdoğan’la özdeşleşmiştir.

Erdoğan, “asker-devlet” / “asker-millet” motivasyonunun kuvvetli olduğu bir ülkede başkanlık makamından önce, “başkomutanlık” sıfatını elde etmiştir. Simgesel arka planı yoğun olan bu statü, hem Anayasa’daki görevleri içinde sayılması nedeniyle, hem de –Atatürk hariç– darbe dönemleri dahil sonra hiçbir siyasetçi için kullanılmadığından Erdoğan’ın siyasal alandaki kütlesini arttırmıştır.

Erdoğan’ın siyasal alandaki kütlesi büyüdükçe kamu idaresi de siyasi bedenine göre organize edilmektedir. Ancak bu süreçte Erdoğan, Weberci tezlerle anlamlandırılacak türden kendinden menkul bir gerçeklik değildir. Nicos Poulantzas’ın haklı olarak vurguladığı üzere, olağanüstü devlet biçiminde sınıf mücadelesi devlet aygıtları içine kaydığı andan itibaren fraksiyonlar ya da kişiler olarak cisimleşir. Hitler Almanya’sındaki olağanüstü devlet biçiminde olduğu üzere Fritsch-Blomberg/Schacht/Hitler-Göring-Himmler/Ley/Darre şeklinde “rejim içindeki klikler ve kişiler” olarak ifade bulur.

Erdoğan, fani bir ölümlüden ziyade, farklı kolektif çıkarların temsilcisi olarak iktidar bloku içinde yer almaktadır.

Siyasal alanda fraksiyonlar çatışmasının güçlü figürü Erdoğan’dır ve devlet kademelerindeki herkes siyasal alanda yer almak istiyorsa lideriyle aynı sözcükleri tekrarlamak durumundadır. Liderin bedeniyle ve diliyle özdeşleşip bir parçası oldukları ölçüde ortak yaşamlarını sürdürebilirler.

***

Birkaç gün öncesinde Antep’te 50’den fazla kişi katledilmişken, şimdiyse başka bir ülkenin topraklarında askeri operasyon düzenlerken siyasi kutuplaşmayı derinleştirecek her türden açıklama, 10 Ekim’de ve nicelerinde olduğu gibi “bilinçli” bir demagojinin parçasıdır.

Kamu idaresinde belirginleşen Führerprinzip ilkesi gereği, Erdoğan’a sadakat yarışında bu açıklamalar anlam kazanır. Hitler Almanya’sında görülen Führerprinzip, devletteki bürokratik ve diplomatik ilişkilerin temel motivasyonu ve formudur. Führer, kitlelerin “bilinçli” siyasal onayını alması nedeniyle devletle özdeşliğin tepe noktasındadır. Devlet kademesindeki ast-üst ilişkilerinde kamu yararı ya da çıkarı değil, Führer’e sorumluluk esastır. Hiyerarşinin temel ölçütü, Führer’in söylemeyeceği bir şeyi söylememektir.

Siyasi rüştün ispatlandığı bu dönemde, edilgenlikten fazlası vardır. Sınıf mücadelesi devlet aygıtı içinde “kişilik ve kliklerler” olarak vuku buldukça her açıklama ile pozisyonlar da tahkim edilmektedir. Böylece, Erdoğan’ın 2013 yılında öğrencileri eleştirirken “sol komünist zihniyetler, bunlar hep bedavacılığa alışmıştır” veya Putin’i 2015 yılında eleştirirken “Bu eski komünistlerin işiydi, adetiydi, şimdi bunu aynı şekilde sürdürmek istiyorlar.” cümlelerinin yanına, kendi cümlelerini eklemek istemektedirler.

Radikal biçimde formülleştirilen Führerprinzip’in beslendiği sağ ideolojik havuzda, köktencilik ve tutuculuk kaçınılmaz olarak yer alır. Çok aygıtlı modern devlette her işlemin tek bir kişiye göre yapılması riskli ve çelişkilerin asgariye indirilmesi külfetlidir. Führerprinzip’teki aksama devletin hakim biçiminin işleyişinde tahribata yol açar. Halihazırda kriz koşullarında olgunlaşan formu daha fazla yara alır hale getirmemek için devletin bürokratik işleyişi sertleştirilir.

***

Mantıksız görünen eylemleri veya tepki toplayan sözleri tetikleyen, kökleri derine oturtulmak istenen bir devlet biçimidir. Ölümlerin rutinleşmesi ve sağ ideolojilerin antikomünist, mezhepçi, tutucu arketiplerin etrafa saçılması olağanüstü devlet biçiminin zorunlu bir sonucudur. Bertolt Brecht’in “Zulümler yağmur gibi yağmaya başlayınca /"dur!" diyen olmaz artık/Cinayetler üst üste yığılmaya başlayınca görülmez/ oluverirler./Çekilen acılar dayanılmaz olunca duyulmaz artık/hiçbir çığlık” mısralarında olduğu üzere.

***

Ve bugün 1 Eylül Dünya Barış Günü, yıllarca “barış” talebinden bir adım geri adım atmayan Necmiye Alpay da bu zihniyet tarafından cezalandırılmaktadır. Ancak yaşamını dille ve sözcüklerle ilmik ilmik ören Necmiye Alpay için asıl “ceza” kaleminden ve sözcüklerinden ayrı düşmektedir.

Kaynak: Birgun.net