1 Mayıs’ta, “emek, özgürlük, barış ve laiklik” için meydanlardaydık. Toplumsal muhalefet açısından işçi sınıfının, “birlik, dayanışma ve mücadele” gününde bir sıçrama yapmak çok önemliydi. Özellikle 10 Ekim katliamının getirdiği, “karamsarlık, yılgınlık, endişe” psikolojisinin aşılması açısından bir eşiği atladığımızı düşünmek fazla iyimserlik sayılmamalı.

1 Mayıs 1977’de yaşanan acının, Türkiye sosyalist ve devrimci hareketinde nihai gerileme, geri çekilme sürecini başlattığı, kitleselleşmeyi sekteye uğrattığı tespiti genel kabul görür. Neden 2016 1 Mayısı da “zor, zahmetli, riskli”, ne var ki meydanlar, sokaklar tekrar kazanılmadan sonuç vermesi mümkün olmayan daha özgür, daha yaşanabilir bir Türkiye’yi kazanma mücadelesi için bir dönüm noktası olmasın? Neden 1 Mayıs’tan başlayarak bu karanlığı yarıp, aydınlığa çıkma mücadelesi ivme kazanmasın?

Eşitlik ve özgürlüğün birbirini besleyen güçlendiren solun iki temel değeri olduğunu nasıl biliyorsak; bugün ülkemizde emeğin sömürüye karşı mücadelesinin, “barışı ve laikliği” tekrar kazanmaktan geçtiğinin de bilincinde olmalıyız.

Yaşanan savaş ve çatışma sürecinden rahatsız olan, can güvenliği kaygısı duyan, gericileşmeye karşı direnme potansiyeli taşıyan bir kitle var. Eğer sol kendi arasındaki kısır tartışmalardan sıyrılabilir, “emek, barış ve laiklik” talepleri etrafında güçlü bir birliktelik oluşturabilirse, halkın Gezi sürecinde açığa çıkan müthiş potansiyelini harekete geçirebilir. Zaten mezhepçi faşizme dört nala koştuğumuz bugünlerde başka umudumuz da bulunmuyor.

Küresel kriz ve emek mücadelesi
2007’den beri yaşanmakta olan küresel krize, emeğe yönelik saldırılara karşı işçi sınıfının ne dünya genelinde, ne de Türkiye özelinde güçlü bir barikat üretemediğini biliyoruz. Yine de farklı coğrafyalardan umut verici direnişler sergilenebildi. Güney Afrika madenciler grevi, ABD’de üç büyük otomobil fabrikasında işçilerin yerleşik sendikaya rağmen toplusözleşme koşullarını reddetmeleri, Çin’de hazır giyim, elektronik, maden ve inşaat sektörlerindeki çok sayıda grev ve gösteri iz bırakan eylemlilikler olarak kayda geçti. Bizde de 2015 Metal Grevi kararlı bir mücadele örneği olarak tarihe not düştü.

Metropollerde dijital ekonomi, gig ekonomi
Bilindiği gibi Davos 2016’nın konusu, “4. Sanayi Devrimi”ydi. Bu uluslarüstü burjuvazinin stratejilerini teknolojideki yeni gelişmeler üzerine yoğunlaştırdığını gösteriyor.

Robotlar, süper bilgisayarlar hepsi kolektif insanlığın ürünleri. Ne var ki şimdilik büyük kapitalist şirketler tarafından yönlendiriliyorlar. Şimdiye kadar “teknolojik ayıklanmaya” karşı sistem farklı iş kapıları açmayı başardı. “Bu kez durum farklı”, örneğin marketlerdeki kasiyerlerin yerini otomatik cihazların almasıyla işçiler zor durumda kalacak yorumları yapılıyor. Halbuki emek güçlerinin genel olarak örgütlü ve güçlü olması halinde, teknolojik ürünlerin tüm insanlığın yaşam düzeyini yükseltebilmesinin yollarını gösterecek ve hayata geçirebilecektir.

Kaldı ki şimdiki koşullarda da istihdam daralması yaşanması, işsizliğin daha da tırmanması halinde, emekçilerin talebinin gerilemesiyle “gerçekleşme sorunu” yaşanacak, kapitalizm krizden kurtulamayacaktır.
Son zamanlarda yaygınlaşan “paylaşım ekonomisi”, “gig ekonomi” kavramları aslında “süper esnek” istihdam biçimlerine denk geliyor. Reklamı yapıldığı gibi, kimsenin işbölümünde tek bir faaliyete sıkışmaması, farklı yeteneklerini üretim sürecine yansıtması elbet istenen bir durumdur. Gelgelelim uygulama bu “yeni ekonomide” emekçilerin çoğunlukla “sağlık, emeklilik, izin” gibi haklarından yoksun, güvencesiz biçimde aynı anda birden fazla iş yapıp, sonuçta daha çok çalışarak, daha az kazançlı ve gelecek güvencesinden yoksun bir yaşam sürdüğünü gösteriyor. Sonuçta gündüz duvar boyayıp, gece şoförlük yaparak daha fazla yıpranıp, daha az kazanıyorsunuz.

Demek ki önümüzdeki dönemde emekçilere yeni çalışma koşullarına uygun, yaratıcı örgütlenme ve direniş biçimleri geliştirebilme sorumluluğu düşüyor.

Küresel işçi sınıfı Güney’den yükseliyor
Sanayi istihdamının büyük çoğunluğu artık Güney ülkelerinde yaratılıyor. New York City Üniversitesi’nden Immanuel Ness’e göre “küresel proleterya” bugün 3 milyar civarında seyrediyor. Küresel Güney ülkeleri sanayi işçilerinin yüzde 84’ünü, hizmet işçilerinin yüzde 74’ünü barındırıyor. Kuzey ülkelerinde sendikalar gerilerken, büyük emek mücadeleleri Güney ülkelerindeki işçiler tarafından veriliyor, dolayısıyla işçi sınıfının geleceği bu coğrafyalarda belirlenecek.

Ness’in, “Güney’de Ayaklanma: Küresel İşçi Sınıfının Sahneye Çıkışı” adlı kitabı Çin’de, Hindistan’da ve Güney Afrika’daki vaka çalışmalarına dayanıyor. Bu özgün örneklerin ayrıntılarıyla incelenmesi ve bu temelde tartışmaların derinleşmesi büyük önem taşıyor. Ama bu aşamada Ness’in üç temel saptamasıyla yetinelim. Birincisi, küresel kapitalizmin IMF-DB-DTÖ gibi uluslararası mali kuruluşların reçeteleriyle, uluslarüstü şirketlerin çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılması Küresel Güney’de görülmemiş sayılara ulaşan, giderek genişleyen, aşırı sömürülen bir işçi sınıfı yarattı. İkincisi, yerleşik sendikalar bu işçilere yeni haklar kazandırmak bir yana onların var olan haklarını bile koruyamadılar. Üçüncüsü, tüm bunların sonucu olarak tabandan yükselen, bağımsız sendikalar işçi direnişlerine ağırlığını koymaya başladı.

Ness’e göre, bu sendikalar disiplinli örgütlere dönüşebilirse, “işçi sömürüsü” çantada keklik görülmemeli. Giderek sermayenin, kapitalist devletin ve var olan sendikaların meşruiyetini sorgulayan militan sendikaların yükselişine tanıklık edebiliriz.

1 Mayıs sonrasında hepimizin umudu da, temennisi de “küresel işçi sınıfının” güçlü bir özne olarak tarih sahnesine çıkması…

Kaynak: Birgun.net