Bu mevsimde neyle karşılaşacağımı bilemedim, ucuz olsun diye evvelden alıyorum bileti. Şansıma güneşi bol bir Van sabahında atıyorum ilk adımımı öğretmenevine yerleşip, biraz dinlendikten sonra methini çokça duyduğumuz kahvaltıcılar sokağına doğru yürüyorum.

Hava o denli güzel ki, tişörtümün üzerine hafif bir polar alarak kenti gezmem olası bugün. Van’da bir gece konaklamayı, ikinci gün sabahtan Doğubeyazıt’ı görmeyi planlıyorum. Sonrasında Van’a dönüp, akşamında ise öğretmenlik yapan arkadaşımı ziyaret için Yüksekova’ya gitmeyi hedefliyorum. Yüksekova’da da iki gece kalıp tekrar Van’a geçip, İstanbul’a döneceğim.

Sütçü Kenan’da kahvaltımı yapmak için dışarı atılan masalardan bir tanesine oturuyorum. Masa bir anda donatılıyor, çeşitli peynirler, yumurta, bal-kaymak ve olmazsa olmaz sıcak süt. Kavut ve murtugayı ilk kez burada yiyorum. Van kahvaltısı denince bu iki lezzetin yanı sıra taze soğanla yapılan ve kıvamı bir nebze de olsa koyu olan cacık da yine kahvaltı sofralarının olmazsa olmazı. İstanbul’daki Van kahvaltısı veren yerlerle ismen benzer, lezzet ve samimiyet olarak çok daha önde olan bu mekânda tadını çıkarta çıkarta ettiğim kahvaltı sonrasında makul bir rakam ödeyerek masadan kalkıyorum.

HİKÂYE ÇOCUKLARDAN...
Van Kalesi’ne tırmanıp kenti bir de buradan izlemek istiyorum. Van Gölü o kadar büyük ki deniz gibi görünüyor buradan. Van Kalesi etrafında gelenlere mihmandarlık yapan ufaklıklarla birlikte kaleyi ve çevresini geziyorum. Israrlarına dayanamayarak Türkçe, İngilizce, Kürtçe ve Japonca olarak kale tarihini anlatıyorlar bana. Hazırlıksız gelmiştim Van’a, Kale’nin Milattan Önce 800’lü yıllarda Urartular tarafından yapıldığını da bu arkadaşlardan öğreniyorum. İçerisinde sonraki zamanlarda yapılan dört cami, iki hamam ve Ermeni Kilisesi varmış. Ancak yapılardan günümüze sadece kalıntıları ulaşmış. Kalenin surları ise devekuşu yumurtasının akı, mermer tozu, saman harcı ve kireci karıştırılarak Horasan harcı denen harç yapılarak dikilmiş. Bu arada Urartuların Güneş ve Gök Tanrıları’na taptıklarını, bu Tanrıların anlamlarını da çocuklar tek tek anlatınca ağzım açık kaldı. Sonra bir şaşkınlık da diğer dillerde de anlattıklarında yaşadım elbette. Emeklerinin karşılığı olmasa da ufaklıklara harçlıklarını verdikten sonra Van Kalesi’ndeki kalıntıların bir tanesine ilişip güneşin yansıdığı geniş düzlükleri izledim, durdum.



Arkadaşım Elif’le Van’da buluştum. Biraz muhabbet sonrasında birlikte yola revan olduk. Van’da merakla görmek istediğim yer Akdamar Adası’ydı. Gevaş’tan bindiğimiz ufak tekneyle yaklaşık 15 dakikada Akdamar Adası’na vardık. 2007 yılında müze olarak yeniden açılan Akdamar Kilisesi de burada yer alıyor. Birkaç yıl önce de kilisede bir ayin düzenlenmişti. Bu ayin 95 yıl sonra düzenlenen ilk ayindi. Adaya ayak basar basmaz önce kiliseyi ziyaret ettik, güneş açtıkça açmış, mis gibi bir havada olabildiğince adayı tavaf etmek istiyorduk. Kilise içerisinde ve bahçesinde bir yandan fotoğraf çekip, bir yandan birçok farklı ülkeden gelen turistle sohbet ettik.

GÖLDE NAZAR BONCUĞU!
Akdamar Adası badem ağaçlarıyla bezeli. Ardında kayalıklı bir tepecik var. “Denizin”, pardon gölün ortasında heybetiyle duruyor. Ha, bu arada Van’da kimle karşılaşsak Van Gölü’ne ‘deniz’ diyor. Yani orada bu dil çok yaygın.

Adada badem ağaçları altında banklar, etrafta da kuş sesleri vardı. Banklara uzanıp bir Oruç Aruoba haikusu okuduğumu hatırlıyorum. Biraz kestirmişim, bir ürpertiyle uyandım ki rüya gibiymiş gerçek hayat. Van, Akdamar Adası, tepemde badem ağacının açacak çiçeğinin kutsallığı, dimağımda bir şiir!

O kayalıklı tepeciğe tırmanmak işten bile değildi. Öyle de yaptık, tırmandıkça küçüldü kilise, tırmandıkça yaklaştık göğe, tırmandıkça tırmanmamız geldi içimizden. Karşımızda Artos, eteklerinde bembeyaz karlar, hemen yanımızda yalnızlığı peşine katıp gelmiş Japon bir kadın. Çok bahtiyardım burada. Van’a sırf şu huzur için gelinirdi, geldim, iyi ki de gelmişim!

Hava kararmadan yeniden motorla Gevaş’a, oradan da Van merkezine geçtik. “Vakit çok olacak, buradan Tatvan’a gideceksin” dedi içimdeki gezgin ama nafile. “Bir dahaki sefere, o zaman trenle” diye yanıtladı onu içimdeki diğer ses...

Akşam hızlıca çöktü Van’a. Hava soğudu. Van Gölü kıyısında rakı içeceğimiz köhne bir mekândaydık artık. Ortalık öyle karanlıktı, Van Gölü alabildiğine zifiriydi ki gece kendiliğinden başladı, uzadı, gitti. Her şeye rağmen ‘deniz’ kıyısında balık ve rakı güzeldi. Ha, bir de aklımızdan çıkmayacak rüya gibi bir Akdamar vardı anlatacağımız.

*Haftaya Doğubeyazıt ve Yüksekova’da yaşadıklarımı yazacağım.

Kaynak: Birgun.net