KANSU YILDIRIM

15 Temmuz gecesi yaşanan gelişmeler Türkiye siyasal hayatında yeni bir dönemin kapısını araladı. İktidar bloğu içinde 17-25 Aralık’tan bu yana açık bir şekilde yürütülen fraksiyonlar arası çatışmalar şimdiye dek hukuk ve medya üzerinden ilerlerken, 15 Temmuz’la birlikte yeni bir aşamaya geçti. Devlet kurumları içerisinde, zor aygıtları arasında, “ordu içinde küçük bir klik” olarak adlandırılan silahlı gruplar ile polis arasında şiddetli çatışmalar haline büründü.

Tahkikatlar ve yargılamalar sonlanmamışken Anayasa’nın 120’inci maddesine göre yasal bir durum yaratılarak sürecin adlandırılması da gerçekleşti: “Olağanüstü hal”. Cumhurbaşkanlığı başkanlığında, daha doğrusu “himayesinde” toplanan MGK ve Bakanlar Kurulu toplantısı sonrasında ilan edilen OHAL, hem iktidar partisi içerisinde hem de devlet kurumlarında rafinasyon sürecini başlattı. Sayısı on binleri bulan açığa alma, binlerle ifade edilen gözaltı ve tutuklama dalgası, hakim çıkar ilişkilerinin yapıtaşlarını sarstı.

15 Temmuz darbe teşebbüsünün ulusal sınırlar içinde bir planlamayla mı sınırlı kaldığı, yoksa arkasında başka uluslararası güçlerin de olup olmadığı açığa çıkmadı. Asıl önemlisi darbe teşebbüsünde bulunan kliğin kadro durumu ve devlet kurumları içindeki örgütlenme boyutu hakkında soru işaretleri bulunmakta.

Darbe teşebbüsünün üzerinden toz duman kalkmaya başlayınca, olay zincirine ait soruların bazıları cevaplanmaya başladı ancak cevapların çoğu, basına yansıyan haberlerinki kadar bir ufka sahip. Yer yer spekülasyonlara bürünen yorumların çoğunluğu ise ulusal ölçekle sınırlı; Erdoğan-Gülen çekişmesi şeklinde, histerik bir siyasal kompozisyon eşliğinde diğer faktörleri dışlayan bir hatta yerleştiriliyor.

Türkiye’de cuntalar tarihinde tecrübeyle sabit bir gerçeklik varsa, siyasal yaşamı eğip büken veya yeni bir moment yaratan kırılmaların bir yerinde emperyalist stratejilerin, küresel sermaye fraksiyonlarının ve hegemonların yer almasıdır. Kukla ve kukla oynatıcısı tarzında bir mekaniklikten ziyade, ulusal, siyasal ve sınıfsal fraksiyonlar ile uluslararası fraksiyonların eşgüdümüne bağlı olarak, çıkarlarla şekillenen bir süreç söz konusudur.

15 Temmuz gecesine ilişkin enformasyon ve dezenformasyon kalabalığı içinde açık olan bazı fragmanlar bulunmaktadır. Birleştiğinde anlamlı hale gelen bu fragmanlar, AKP iktidarı döneminde ordunun NATO pozisyonunu / “Batılı” yapısını etkileyen ilişkilerinden müteşekkildir. Bu noktadan, 15 Temmuz sonrasına değil, öncesine ait bir pencere açılabilir.

AKP iktidarı 2010 sonrasıyla başlayan dönemde dış politikada Osmanlı hükümranlığına referansla tarihsel mirası yeniden canlandırma ve iç politikada “Türk tipi” otantik bir kamu idaresi anlayışına uygun yönelimleri benimsemiştir. Bu süreçte Batı’yla yürüttüğü söylemsel mücadeleye ilaveten, Körfez “sermayesi” (Suud ve Katar) ile yakınlaşması, Suriye, İran konuları dahil olmak üzere jeopolitik, ekonomik ve ideolojik alanlarda Körfez’le bütünleşmeyle devam etmiştir. 2010 sonrası Körfez’den gerçekleşen doğrudan yabancı yatırımcı girişimlerindeki artış ve dış politikada pek çok konuda ortak tutum almaya varan ilişkiler askeri ilişkilerin geliştirilmesiyle devam etmiştir.

Kamusal Varlık Fonları Enstitüsü’nün verilerine göre, dünya genelinde toplam 6.640 trilyon dolarlık kamusal varlık fonlarından 2.170 trilyon dolar Körfez ülkelerine aittir (SWFI, 2014). Körfez’in amiral emirlikleri olan Suud ve Katar, son yaşanan petrol krizi ile birlikte yeni değerlenme alanlarından birisi olarak Türkiye’de karar kılmıştır.

Digitürk’ün Katarlı bir firma tarafından satın alınması ve inşaat sektöründeki yatırımlarını, finans sektöründeki yoğunlaşma izlemektedir. Körfez “sermayesi”nden Türkiye’de bankacılık sektöründe faaliyet gösteren gruplar arasında ABank, Odeabank, Burgan Bank, Turkish Bank, Turkland Bank ve Bank Pozitif bulunmaktadır. Son olarak, Katar sermayeli QNB Grubu 2.7 milyar Euro’ya Finansbank’ın hisselerini satın almıştı. Şu an ise Katarlı şirketlerin Şeker Bank için görüşmeleri devam etmektedir.

Diğer bir gösterge, darbe teşebbüsü sonrası cemaatin ekonomik kaynaklarına yönelen hükümetin, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) aracılığıyla Bank Asya faaliyetlerini geçici olarak durdurma karar vermesidir. TMSF Haziran ayında Bank Asya’nın satış ihalesiyle ilgili uzatmaya gitmiş, uzatmanın ise Suudi sermayesi tarafından istenildiği ortaya çıkmıştı. Bankacılık kulislerinde Suud sermayeli Al-Rajhi Bank, Bank AlJazira, Al Bilad Bank ve Alnima Bank’ın isimleri anılmaktadır. Bank Asya’nın önümüzdeki günlerde darbe teşebbüsü sonrası ihtiyaç duyulan sıcak para ve Körfez “sermaye”sinin temsilini kuvvetlendirmek için satışına hız verilebilir.

Körfez “sermayesi”nin ekonomik alanlardaki yoğunlaşması, askeri alanda karşılıklı askeri anlaşmalar ve tatbikatlar ile sürdürülmüştür. Önce, Suudilerle 10 Ekim 2012 tarihli Resmi Gazete’de “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Suudi Arabistan Krallığı Hükümeti Arasında Askeri Eğitim İş Birliği Anlaşması” ve daha sonra Katar’la 28 Mart 2015 tarihli Resmi Gazete’de “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Katar Devleti Hükümeti Arasında Askeri Eğitim, Savunma Sanayii ile Katar Topraklarında Türk Silahlı Kuvvetlerinin Konuşlandırılması Konusunda İşbirliği Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun” yayımlanmıştır.

Ahmet Davutoğlu’nun Başbakanlığı döneminde Katar’a gerçekleştirilen ziyarette Doha’da üs kurmasına ilişkin anlaşma imzalanmıştır. Başka bir kritik gösterge ise, Suudiler öncülüğünde kurulan, 34 ülkenin katılımıyla “Teröre karşı İslam İttifakı” adı altında oluşturulan Arap ordusuna Türkiye’nin de katılmasıdır. Dönemin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Tanju Bilgiç, ittifakta askeri ve istihbarat işbirliğine ağırlık verileceğini söyledi.

Parantez açmak gerekirse, darbe teşebbüsünün başarısızlığa uğramasıyla ilgili Suud ve Katar’ın rahatsız olduğuna dair iddiaların gündeme gelmesi üzerine Dışişleri Bakanlığı’nca hızlıca resmi bir açıklama yapılmıştır: “…dost ve kardeş Katar ve Suudi Arabistan bu darbe teşebbüsüne karşı net bir duruş sergilemişler, Katar Emiri Şeyh Tamim bin Hamad Al-Thani ile Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdülaziz Al-Saud Sayın Cumhurbaşkanımızı bizzat arayarak en üst düzeyde destek ve dayanışmalarını göstermişlerdir”. Benzer şekilde OHAL’in ilan edildiği Bakanlar Kurulu toplantısına ara vererek Erdoğan’ın Katar merkezli Al Jazeera’ye konuk olması verilmeye çalışılan başka bir mesajdır.

Türkiye’nin Körfez ile ekonomik ve askeri stratejik ortaklığının pekişmesi, yüzünü Batı ittifakından Doğu ve Ortadoğu’ya çevirmesi, “NATO’nun ileri karakolu pozisyonu” akıbetini de etkilemektedir. Buradaki dış politikada eksen değiştirmenin somut örneklerinden birisi, Türkiye’nin Çin, Rusya, İran, Hindistan’ın yer aldığı Şanghay İşbirliği Örgütü’ne 2011 yılında “Diyalog Ortağı” statüsü kazanmak üzere başvuruda bulunması, 2012 yılında kabul edilmesidir.

Emperyalist stratejiler bağlamında ABD ile Körfez’in petrol kaynaklarının özelleştirilmesi talebinden kaynaklı gerilimini düşündüğümüzde, Batı ittifakı açısından, Körfez ile bütünleşme eğiliminin artışı NATO ordusu imajını ve bölgeye dair hakim güç ilişkilerini olumsuz yönde etkilemektedir.

Rusya ile yaşanan “normalleşme” sürecinde Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun “DEAŞ hepimizin düşmanı. Rusya ile (İncirlik) işbirliği neden yapmayalım?” diyerek İncirlik’in Rusya’ya açılma ihtimalinin dile getirilmesi, ABD ve NATO tarafından kabul edilebilir bir durum değildi. NATO ülkesi statüsünü hatırlayan iktidarın, yine Çavuşoğlu aracılığıyla “Böyle ifadem olmadı” diyerek durumu düzeltmeye çalıştığı da anımsanabilir.

AKP iktidarının uluslararası ilişkilerde NATO’nun gücünü hafife alan tavrı, 15 Temmuz gecesi sonrası resmi kurumlar içerisinde başlattığı tasfiyeler Atlantik İttifakı’nı ve siyasal temsilcilerini endişelendirmektedir. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin NATO’nun Türkiye’yi dikkatle inceleyeceğini işaret etmesi (Washington Post, 18/07/17) ve idam tartışmaları üzerinden AB’li siyasetçilerin AKP’nin daha fazla ileri gitmemesi, imzalanan sözleşmeler konusunda uyarılarda bulunması diplomatik ültimatomlar niteliğindedir.

Sermaye ve askeri ilişkilerden oluşan diziyi takip ettiğimizde 15 Temmuz darbe teşebbüsünün YAŞ öncesi Cemaat öncülüğünde gerçekleştiğini, arkasında ise Batı ittifakına uyumlu çıkar gruplarının olduğunu söyleyebiliriz. Cemaat ile ABD arasındaki ilişki ise bu denklemi kuvvetlendirmektedir.

Cumhurbaşkanı’nın ofansif refleksi ise sadece paralel yapıyla savaşla sınırlı değildir; Başkomutanlık makamını başkanlıkla taçlandırma arzusunda olduğu gerçeğini göz önünde bulundurursak, başarısız darbe teşebbüsünü başkanlığa giden kestirme yol olarak kullanacağı açıktır. Devlet aygıtları içinde kadroları ve muhtelif görüşleri tektipleştirerek, yeni dönem için steril bir alan yaratmaya çabalayacakları aşikardır. Ne var ki, bu hamlelerin yeni karşı hamleleri etkisizleştirip etkisizleştirmeyeceği ve AKP iktidarının kimlerle ittifak kuracağı, yeni ittifakların Batı ile ilişkileri nasıl etkileyeceği belirsizliğini korumaktadır. Robert Fisk’in uyarısında olduğu üzere darbe teşebbüsü bir başlangıç da olabilir.


Kaynak: Birgun.net