AYLİN TOPAL*

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kalabalık bir işadamı grubuyla birlikte yaptığı Şili, Peru ve Ekvador gezisi uluslararası piyasalarla ve özellikle Güney Amerika bölge ekonomilerine entegre olma niyetinin bir göstergesi olarak anlamlandırılabilir. Erdoğan’ın 1 Şubat günü Latin Amerika ve Karayip Ekonomi Komisyonu’nda yaptığı konuşma bu niyeti açık bir şekilde ortaya koydu. CEPAL (veya ingilizce kısaltmasıyla ECLAC) Genel Sekreteri Alicia Bárcena halen Türkiye’nin Amerika Devletler Örgütü’nün (OAS), Pasifik İttifakı’nın ve Karibe Devletleri Birliği’nin (ACS) gözlemci ülkesi olduğuna ve Güney Ortak Pazarı (Mercosur) ve Karayip Topluluğu (Caricom) ile ilişkilerinin derinleştiğine değindi. (BRIC ülkelerine -Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin- “rakip” olma niyetiyle biraraya gelmiş) MIKTA -Meksika, Endonezya, Kore, Avustralya- topluluğunun da ‘T’si olduğuna işaret etti. Latin Amerika ve Karayip ekonomileriyle entegrasyon bir süredir AKP hükümetinin gündemindeydi. Özellikle 2006 yılından itibaren artan girişimlerle 2000-2014 yılları arasında Türkiye ile Güney Amerika ülkeleri arasındaki imzalanan anlaşmalarla ticaret ilişkileri 10 kat arttı, 13 diplomatik temsilciliğin yanısıra yanısıra bölgede 9 ticaret ateşeliği kuruldu. Bu arada Gülen Cemaati’nin Avrasya, Ortadoğu ve Afrika’nın yanısıra 2000’lerin ilk yıllarında Güney Amerika’da da okullar, dil kursları ve kültür merkezleri açmasıyla birlikte artan etkinliklerine paralel bir yapı olarak son birkaç yılda etkin hale getirilen Başbakanlığa ağlı olarak çalışan Türk İşbirliği Koordinasyon Ajansı (TİKA) yoluyla kültürel ve ekonomik ilişkiler geliştirilmeye çalışıldı.

Tüm bu entegrasyon çabalarının etkilerinin neler olacağını anlamak için Latin Amerika ülkeleri piyasalarının durumuna bakmak yararlı olacak. 1990’ların ortalarından itibaren Latin Amerika birbiri ardına yaşanan toplumsal mücadele örnekleriyle ve iktidara yükselen sol partilerle gündeme geldi. Bu hükümetlerin siyasi ve sınıfsal niteliği üzerine yapılacak önemli tartışmayı başka bir yazıya bırakırsak, 2000’lerde kıtanın siyasal ve ekonomik dengelerini değiştiren önemli bir gelişme batı devletlerini ve ABD’yi dışarıda bırakan bölgesel ittifak ve bütünleşme çabaları oldu. Fidel Castro ve Hugo Chávez birlikte 2004 yılında yalnızca ticaret ilişkileriyle sınırlı olmayacak halkçı sosyal politikaları ve politik, kültürel ve bilimsel dayanışmacılığı öne plana çıkaracak Amerika Halkları için Bolivarcı Alternatif, ALBA’yı kurdular.

2005 yılında Arjantin’de yapılan George Bush’un da katıldığı Amerikalar Zirvesine Monroe Doktrini değil Bolivarcılık rengini verdi. Monroe Doktrini 1823’te henüz bağımsızlıklarını ilan eden Latin Amerika ülkelerine karşı Avrupa’dan gelecek herhangi müdahaleye ABD’nin karşılık vereceğini ilan eden “arka bahçe” tabirinin de çıkış noktası olan dış politika çerçevesidir. Buna karşılık bağımsızlık mücadelelerinde gösterdiği kahramanlıkla Latin Amerika’nın bağımsızlık sembolü olan Simón Bolívar’a göre Avrupa’ya ve ABD’ye karşı koyabilmenin tek yolunun bölgede büyük ve güçlü bir devlet kurulmalıydı. 200 yıllık bu iki rakip bölgesel proje arasındaki mücadelede Bolivarcılık öne çıkmış görünüyor.

Öte yandan, Arjantin ve Brezilya’nın ilk kurucuları olduğu ardından Uruguay ve Paraguay’ın katılımıyla kurumsallaşan, ABD’nin dayattığı Amerika Serbest Ticaret Bölgesi Anlaşmasına (FT) karşı bir alternatif ticaret ortaklığını olan Güneyin Ortak Pazarı, MERCOSUR’a Venezüela’nın katılımıyla birlikte dengeler ABD aleyhine değişti. 2007 yılında MERCOSUR bünyesinde kurulan Güney’in Bankası (BANCOSUR) açıkça Dünya Bankası’na bir meydan okumaydı.

Ancak tüm bu girişimler karşısında ABD hükümeti ve onunla uyum içinde çalışan hükümetler boş durmadılar. İlk görüşmeleri 2006’ya kadar uzanan ama 2011’de resmen ilan edilen Şili, Kolombiya, Meksika ve Peru’nun kurucusu olduğu Pasifik İttifakı (Allianza del Pasifico) bölgedeki dengeleri yeniden kurma niyeti olarak okunabilir. Türkiye’nin de gözlemci ülkeler arasında olduğu Pasifik İttifakı bir yandan üye ülkeler arasındaki ticaret ilişkilerinin derinleştirilmesi ve para piyasalarının bütünleştirilmesi amacını diğer yandan da Asya-pasific ülkeleri ile ekonomik ilişkilerin geliştirilmesini amaçlıyor. Pasifik İttifakı’nın en önemli uygulamalarından biri üye ülkelerin borsalarının birleştirilmesiyle kurulan “Latin Amerika Sermaye Piyasası” (MILA) oldu. Güney-güney işbirliğini ve Pasific İttifakı ülkeleri arasındaki yatırım ve ticaret potansiyelini geliştirmeyi amaçlarken, Dünya Bankası verileri MİLA’da tüm portfolyo yatırımlarının %96’sının kuzey ülkeleri ve özellikle ABD’li yatırımcıların varlık talepleri oluşturduğunu gösteriyor. Bu düzeyde bir finansal bağımlılığın Pasifik İttifakı ülkelerinin ekonomilerini giderek küresel faiz oranlarındaki dalgalanmalar ve her türlü kriz döngüleri karşısında da savunmasız bırakacağı beklenebilir. Öte yandan bu ülkelerin doğal kaynak ihracaatına olan talepte yaşanacak herhangi bir daralma istikrarsızlığı arttırabilir, örneğin Asya-Pasifik ülkeleriyle artan ticaret entegrasyonu aynı zamanda Çin ekonomisinin durgunluğu sonucu ihracaat gelirlerinin azalması ile para politikasını zora sokacağa benziyor. Yani AKP hükümetinin ve işadamlarının Güney Amerika piyasalarıyla entegrasyon çabaları bir bakıma Türkiye ekonomisini halihazırda olduğundan daha fazla küresel ekonominin kriz dinamiklerine açık hale getirme potansiyeli taşıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve beraberindeki işadamları ekonomik entegrasyonu tesis etme amaçlı görüşmelerini yaparken, halkların dayanışması yine gündemi zorladı. Şili’de ve Ekvador’da Erdoğan’ın başkanlık binalarına gelişi sırasında açılan “Kürt halkı yalnız değildir” pankartları ve atılan sloganlar latin amerika medyasında geniş yer aldı. Bu arada Erdoğan’ın ve korumalarının eleştirilere, protestolara verdikleri tepki Ekvador’lu bir milletvekilinden de esirgenmedi. Erdoğan’ın meclis konuşması sırasında kendisini protesto eden milletvekiline saldıran korumaların vekilin burnunu kırması ve korumalara karşı açılacak davalar imzalanan ticaret anlaşmalarının önüne geçmiş halde.

* ODTÜ, akademisyen

Kaynak: Birgun.net