IŞİD’in (DAEŞ, ISIL, ISIS olarak da bilinen) yükselişi ABD’nin Irak işgalinin ve istilasının doğrudan bir sonucu ve IŞİD bugün son zamanlarda gördüğümüz açık ara en vahşi ve tehlikeli terörist örgütlerden biri. Ayrıca öyle gözüküyor ki, IŞİD’in kolları, ABD tarafından Suriye, Libya, Irak ve Afganistan’da yarattığı kara deliklerin de ötesine ulaşmış ve geçen günlerde Almanya Başbakanı Angela Merkel’in de kabul ettiği gibi Avrupa’da da yerleşmiş durumda. Aslında, 2016 Haziran’ın başından beri IŞİD tarafından örgütlenmiş veya ilham verilmiş saldırıların yukarı sözü edilen ülkeler dışındaki şehirlerde her 48 saatte bir gerçekleştiği tahmin ediliyor. Sizce neden Almanya ve Fransa gibi ülkeler IŞİD’in hedefi haline geldi?

Bence IŞİD’in terörist saldırıların sorumluluğu üstlenmesini yorumlarken temkinli davranmalıyız. Örneğin son dönemdeki en kötü saldırıyı, Nice saldırısını ele alalım. Bu saldırı, radikal İslam’a ilişkin en titiz ve anlayışlı analistlerden biri olan Akbar Ahmed tarafından ele alınmıştı. Ahmed, mevcut kanıtlara dayanarak, fail Mohamed Lahouaiej Bouhlel’in muhtemelen “dindar bir Müslüman olmadığı” sonucuna varıyordu. “Suç geçmişi vardı, alkol tüketiyordu, domuz eti yiyordu, uyuşturucu kullanmıştı, oruç tutmuyor, dua etmiyor veya düzenli bir şekilde camiye gitmiyordu ve hiçbir şekilde dindar değildi. Kendisini terk eden eşine karşı acımasızdı. Bu, özellikle kendilerini dindarca adanmış olarak addeden çoğu Müslüman tarafından genellikle inancı yansıtmayan bir durum olarak değerlendirilirdi.” IŞİD (sonradan) her zaman olduğu gibi saldırıyı “kendine mal etti”, hakikat ne olursa olsun, Ahmed bu durumda bu iddiayı yüksek düzeyde şüpheli bulmaktadır. Bu ve benzer saldırılar için, şu sonuca varıyor: “Gerçek şudur ki, IŞİD genel olarak bu Müslümanları etkilese de, nefretleri, Avrupa’da, özellikle de orada doğsalar bile bir Fransız olarak değerlendirilmedikleri Fransa’da istenmeyen göçmenler olmalarından kaynaklanıyor. Bu topluluk bir bütün olarak orantısız bir şekilde sürekli olarak kültürel aşağılanmanın hedefinde olan, kötü barınma ve eğitime sahip genç işsizler nüfusuna sahip. Bazı saygın istisnalar dışında, bütünleşebilmiş bir topluluk değil. Bu topluluktan Lahouaiej Bouhlel gibi genç insanlar ortaya çıkıyor. Bu adi suçlu şablonu, Avrupa’daki, Paris ve Brüksel saldırıları da dahil olmak üzere son zamanlardaki diğer terörist saldırılarda da gözlemlenebilir.”

Ahmed’in analizi, IŞİD’in topladığı insanlar üzerinde ayrıntılı incelemeler yapanların, özellikle Scott Atran ve araştırma grubunun sonuçlarıyla oldukça örtüşüyor. Ve bence bu sonuçlar diğer bilgi sahibi analistlerin önerilerine yakın olan Ahmed’in önerileriyle ile beraber ciddiye alınmalıdır: “Müslüman topluluğa eğitim ve istihdam fırsatları, gençlik programları sağlamak ve benimseme, farklılık ve anlayışı teşvik etmek. Hükümetlerin topluluk için dilsel, kültürel ve dinsel eğitim sağlamak üzere yapabileceği birçok şey var. Bunlar, örneğin yabancı imamların önderlik rollerini yerel topluluğa aktarmada yaşadıkları sıkıntı sorununu çözmeye yardımcı olabilir.”

Atran yalnızca yüzleşilecek sorunun bir betimlemesini ele alırken, şu noktaya dikkat çeker: “Fransa nüfusunun %7-8’i Müslümanken, cezaevindeki nüfusun %60-70’i Müslümandır”. Ayrıca yakın zamandaki Ulusal Araştırma Konseyi raporundan da söz etmek yararlı olacaktır. Bu raporda “politik bağlam konusunda, terörizm ve destekçilerinin, aşırı politik baskı politikalarından beslendiği ve hem muhalif hem de ılımlı grupları sivil toplum ve politik sürece hassas bir şekilde katmakta zayıfladıkları” sonucu paylaşılmıştır.

“Hadi şiddetle karşılık verelim” (polis şiddeti, bölgesel bombardımanlarla kaderlerine terk etme – Ted Cruz, vb.) demek kolaydır. Bu da tam olarak El Kaide ve IŞİD’in ümit ettiğidir ve büyük ihtimalle sorunları yoğunlaştıracaktır. Kuşkusuz bugüne kadar olan da budur.

» IŞİD’in, 84 kişinin öldürüldüğü Fransa’nın sahil kenti Nice’teki gibi, masum sivilleri hedef alan saldırılarının amacı nedir?

Bahsettiğim gibi, bence biz IŞİD iddiaları, suçlamaları ve hatta dahiliyeti hakkında temkinli davranmalıyız. Yine de bu gibi zalimliklere dahil oldukları durumda stratejileri yeterince açıktır. IŞİD ve şiddetli isyanların dikkatli ve uzman analistleri (Scott Atran, William Polk ve diğerleri), genellikle IŞİD’in sözüne inanma eğilimi gösteriyorlar. Kimi zaman IŞİD’in kullandığı temel stratejiyi sergileyen, El Kaide’nin Mezopotamya kanadı olup bir süre sonra IŞİD’e evrilen yapı tarafından on yıl önce yazılmış olan, “taktik tahtası”na atıfta bulunuyorlar. İlk iki aksiyom şu şekildedir (Atran’ın bir makalesinden alınmıştır):

[Aksiyom 1:] Yumuşak hedefleri vur: ‘İslam dünyasının her yerinde ve hatta mümkünse dışında, Haçlı-Siyonist düşmana karşı sıkıntı verecek saldırıları genişletin ve çeşitlendirin, böylece düşmanın birlik çabalarını dağıtmak ve sonucunda onu mümkün olduğu kadar zayıf düşürmek mümkündür.’

[Aksiyom 2:] Genel nüfusta korkuyu arttırmak ve ekonomilerini zayıflatmak için kurbanların tetikte olmadığı zamanlarda saldır: ‘Eğer Haçlıların müşterisi olduğu bir turistik yer … vurulursa, dünyanın bütün ülkelerindeki turistik bölgeler ek güçlerin çalışmasıyla güvenli hale getirilmeye çalışılacaktır. Bu olağanın iki katı miktarda personel ve harcamalarda muazzam bir artış demektir.’

Ve bu strateji, hem terörizmin yayılması hem de “Haçlılara” az bir giderle oldukça fazla bir maliyet yükleme konusunda oldukça başarılı oldu.

» Haberlere göre Fransa’da turistler, sahilleri de içeren tatil bölgelerinde silahlı kuvvetler ve askerler tarafından korunacak. Bu gelişmelerin ne kadarı, son yıllarda dünyadaki savaştan zarar görmüş bölgelerden milyonlarcasının geldiği Avrupa’daki göçmen kriziyle bağlantılı?

Kestirmek zor. Gördüğüm kadarıyla, Fransa’daki suçlar son dönemlerde gelen göçmenlerle ilişkilendirilmiyor. Aksine durum daha çok Lahouaiej Bouhlel örneğindeki gibi. Fakat, göçmenlere yönelik oldukça büyük bir korku var. Onların suçla ilişkilenmesine yönelik kanıtların çok çok ötesinde bir korku. Her ne kadar The Washington Post‘tan Michelle Ye Hee Lee’nin sunduğu sınırlı istatistiksel kanıtlar, “ilk nesil göçmenlerin, doğma büyüme Amerikalılara göre suç oranlarına daha az yatkın olduğunu” gösterse de, hemen hemen aynısı, Meksika’nın suçluları ve tecavüzcüleri gönderdiği şeklindeki Trumpvari söylemin insanları korkuttuğu ABD için de doğru.

» Brexit’in ne ölçüde yabancı düşmanlığına ve Avrupa’ya muazzam göçmen akışına dayandığını söyleyebilirsiniz?

Bu algıyı yaratan oldukça fazla rapor var, ancak herhangi bir somut veriyle karşılaşmadım. Ve anımsatmak gerekir ki, göçmen akışı çatışmadan kaçanlar değil, AB’den gelenler. Ayrıca anımsatmak gerekir ki Britanya göçmenleri yaratmakta anlaşılması zor olmayan bir role sahip. Irak’ın işgali, örneklerden biridir. Geniş bir şekilde tarihsel derinliği incelediğimizde daha fazlasıyla karşılaşacağız. ABD-Britanya’nın suçlarının sonuçlarıyla uğraşma yükü çoğunlukla bu suçlarda hiçbir sorumluluğu olmayan, örneğin nüfusunun %40’ının göçmen olduğu tahmin edilen Lübnan gibi ülkelere kalıyor.

» ABD ve başlıca Batı güçleri gerçekten de IŞİD’e karşı bir savaşa girişmiş midir? Özellikle IŞİD’in artan etkisi ve amaçları için Avrupa içinden yeni askerler kazanmaya yönelik devam eden örgütlenme yeteneğini düşününce bir dış gözlemci için bu şüpheli bir durum.

Bu husustaki spekülasyonlar Ortadoğu’da oldukça yaygın, ancak herhangi bir güvenirliğe sahip olduklarını düşünmüyorum. ABD güçlü, ama mutlak bir güce sahip değil. Dünyada gerçekleşen her şeyi CIA veya bazı şeytani Batı planlarına atfetme eğilimi var. Suçlanacak pek çok şey olduğu kesin ve şüphesiz ABD güçlü. Ancak sıklıkla inanılan kadar değil.

» Türkiye’nin bölgesel politik rolünde jeopolitik bir dönüşüm gerçekleşiyor gibi gözüküyor, ki bu Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişiminin arkasındaki esas neden de olabilir. Süregiden bir dönüşüm seziyor musunuz?

Kesinlikle önceki [Türkiye Başbakanı] Davutoğlu’nun bölgesel “sıfır sorun politikası”ndan bir değişim mevcut, ancak bu sorunların çokluğundan kaynaklanıyor. Bazen neo-Osmanlı olarak da tanımlanan bölgesel güç olma hedefi hızlanmasa da sürüyor gibi gözüküyor. Erdoğan yönetimi oldukça aşırı baskıcı tedbirlerle otoriter diktaya doğru güçlü yönelimini sürdürdüğü ölçüde, Batı’yla ilişkiler gittikçe gerginleşiyor. Bu doğal olarak Türkiye’yi başka yerlerle, özellikle Rusya’yla ittifak aramaya sevk ediyor. Erdoğan’ın darbe girişimi sonrası ilk ziyareti, (kendi sözleriyle) “Moskova-Ankara dostluk ekseni”ni, Kasım 2015’te Türkiye’nin Suriye’de bir bombalama görevindeki Rusya jetini Türkiye sınırını birkaç saniyeliğine ihlal ettiği iddiasıyla düşürmesinden önceki durumuna tekrar döndürmek üzere Moskova’yaydı. Maalesef Erdoğan’ın, kimi gözlemcilerin 1990’lardaki dehşete yaklaştığı şeklinde tanımladığı, Güneydoğu’daki Kürt nüfusa yönelik şiddetli ve korkunç zalimliklerine yönelik Batı muhalefeti oldukça zayıf. Darbeye gelirsek arka planı şu an için karanlık gözüküyor. Bölgesel politikadaki değişikliğin rol oynayıp oynamadığına ilişkin herhangi bir delile sahip değilim.

» Erdoğan’a karşı darbe girişimi, Türkiye’deki yüksek düzeyde otoriter rejimin güçlenmesini kesinleştirdi: Erdoğan, darbe girişiminden sonra binlerce kişiyi tutukladı, basın kuruluşlarını, okulları ve üniversiteleri kapattı. Girişimin etkileri, doğrusu, Erdoğan tarafından halihazırda başlatılan, artık başkanın doğrudan etkisi altına girecek olan askeriyenin politik işlerdeki rolünü güçlendirecektir. Son zamanlardaki Türkiye içindeki insan hakları ve demokrasiye yönelik sözüm ona kaygılar ve Erdoğan’ın Putin’le daha yakın ilişkiler kurma uğraşısı düşünüldüğünde bu Türkiye’nin ABD ve Avrupalı iktidarla ilişkilerini nasıl etkileyecektir?

Doğru kelime “sözüm ona”dır. 1990’larda Türkiye hükümeti Kürt nüfusa yönelik korkunç zalimlikler gerçekleştirdi (on binlercesi öldürüldü, binlerce köy ve kent yok edildi, yüz binlerce, belki milyonlarca insan evlerinden uzaklaştırıldı, aklımıza gelen her türlü işkence gerçekleştirildi). Silahların %80’i Washington’dan geliyordu, zalimlikler arttıkça silahların miktarı arttı. Tek bir yılda, 1997’de, zalimlikler tepe noktasındayken, Clinton bütün savaş sonrası dönemden, kontrgerilla harekatının başlangıcına kadar [Türkiye’ye gönderilen] toplamdan daha fazla silahı gönderdi. Basın adeta bütün bunları görmezden geldi. The New York Times‘ın Ankara’da bir bürosu var, ancak neredeyse hiçbir haber yayınlamadı. Gerçekler elbette Türkiye’de ve başka yerlerde araştırma zahmetine girenlerce yaygın bir şekilde biliniyordu. Şimdi de zalimliklerin tepe noktasındayız, daha önce de söylediğim gibi Batı başka tarafa bakmayı tercih ediyor.

Bununla beraber, Erdoğan rejimiyle Batı arasındaki ilişkiler daha da gergin bir hale geliyor ve Erdoğan’ın destekçilerinde darbe girişimine (biraz eleştirel, ancak rejime göre yeterli değil), artan otoriterliğe ve keskin baskıya (biraz eleştirel, ancak rejim için çok fazla) yönelik Batılıların tutumlarından dolayı Batı’ya yönelik yoğun bir öfke var. Aslında yaygın inanç, darbe girişimini ABD’nin başlattığı şeklinde.

ABD, ayrıca, Erdoğan’ın darbe için suçladığı Gülen’i sınırdışı etmek için kanıt talebinde bulunduğu için kınanıyor. Bu oldukça ironik bir durum. Şunu hatırlayabilirsiniz: ABD Afganistan’ı Taliban, Usame Bin Ladin’i kanıt olmadan teslim etmeyi reddettiği için bombalamıştı. Veya FRAPH [Front for the Advancement and Progress of Haiti (Haiti İlerleme ve Kalkınma Cephesi)] terör örgütünün lideri olan ve Haiti’yi 90’ların başında askeri diktatörlükle yöneten [Emmanuel “Toto”] Constant örneğini düşünün. Bir deniz istilası sonucu cunta devrildiğinde rahatça yaşadığı New York’a kaçtı. Haiti sınırdışı edilmesini istedi ve yeterliden daha fazla kanıtı da vardı. Ancak Clinton, büyük ihtimalle kanlı askeri cuntayla Clinton’ın bağlarını ortaya çıkarabileceği için bunu reddetti.

» Yakında gerçekleşen Türkiye ve AB arasındaki göçmen anlaşması, Erdoğan’ın alenen “Avrupalı liderler dürüst davranmıyor” diyecek kadar ileri gitmesiyle çöküyor gibi gözüküyor. Eğer anlaşma suya düşerse Türkiye-AB ilişkileri ve göçmenlerin kendisi açısından hangi sonuçlar doğar?

Açıkçası Avrupa Türkiye’ye, birçoğu Batı’nın hiçbir sorumluluk üstlenmediği suçlarından kaçan, zavallı göçmenleri Avrupa’ya ulaşmaktan alıkoyması için rüşvet vermiştir. Bu durum Obama’nın, sıklıkla kesin olarak Obama’nınkiler de dahil olmak üzere ABD politikalarının kurbanları olan Orta Amerikalı göçmenleri sınıra ulaşmaktan alıkoyması için Meksika’nın desteğini almasına benziyor. Ahlaken grotesk, ancak onların Akdeniz’de boğulmalarına izin vermekten daha iyi. İlişkilerin bozulması muhtemelen çektikleri eziyetleri daha da arttıracaktır.

» Hâlâ ABD’nin hakimiyetindeki askeri bir ittifak olan NATO, son zamanlarda Avrupa ve Rusya arasında sınırlar yaratarak Rusya’nın dirilişini durdurmak kararlılığıyla Doğu Avrupa’daki mevcudiyetini arttırdı. ABD, Rusya’yla askeri bir çatışma arayışında mı veya bu gibi hamleler soğuk savaş sonrası dünyada askeri-sınai tesisi sağlam tutma ihtiyacıyla mı ortaya çıkıyor?

NATO kuşkusuz ABD hakimiyetindeki askeri bir birlik. SSCB’nin çökmesiyle Rusya’da Mihail Gorbaçov kıta çapında bir güvenlik sistemi önerdi, bu, NATO’yu korumada ve genişletmede ısrar eden ABD tarafından reddedildi. Gorbaçov birleşmiş Almanya’nın NATO’ya katılmasına izin vermeyi kabul etti, tarihin ışığında dikkate değer bir taviz. Fakat buna karşılık bir başka taviz vardı: NATO, Doğu Almanya’yı kast ederek, “doğuya bir milim” bile genişlemeyecekti. Bu Başkan George H. W. Bush ve Dışişleri Bakanı James Baker tarafından verilmiş bir vaatti, tabii kağıt üzerinde değildi, sözlü bir vaatti ve ABD daha sonra bunun bağlayıcı olmadığını öne sürdü.

Geçen baharda saygın Harvard-MIT dergisi International Security’de [Uluslararası Güvenlik] yayınlanan Joshua R. Itzkowitz Shifrinson tarafından gerçekleştirilen titiz bir arşiv araştırmasına göre oldukça makul bir biçimde bu kasıtlı bir hileydi, bu oldukça önemli bulgu, bence, ciddi anlamda bu husus hakkındaki bilimsel tartışmaları sonlandırıyor. NATO Doğu Almanya’ya genişledi; sonraki yıllarda da Rusya sınırına kadar genişledi. Bu planlar, George Kennan ve diğer yüksek saygı duyulan eleştirmenler tarafından, Rusya doğal olarak tehdit altında hissedebileceği için büyük ihtimalle yeni bir Soğuk Savaş’a yol açabileceği gerekçesiyle keskin bir biçimde kınandı. Tehlike, NATO 2008 ve 2013’te Ukrayna’yı katılmaya davet ettiğinde daha da büyüdü. Batılı analistlerin haklı bulduğu üzere bu, tehdidi Rusya’nın stratejik kaygılarının merkezine genişletiyor. Bu konu örneğin John Mearsheimer tarafından başlıca egemen düzen dergisi olan Foreign Affairs‘te tartışılmıştı.

Yine de amacın Rusya’nın dirilişini durdurmak veya askeri-sınai tesisi sağlam tutmak olduğunu düşünmüyorum. Ve kesinlikle ABD, iki tarafı da (ve dünyayı da) yok edebilecek herhangi bir askeri çatışma istemiyor. Aksine bunların büyük bir gücün küresel egemenliğini genişletmesine yönelik normal çabaları olduğunu düşünüyorum. Fakat tesadüfen Kennan ve diğerlerinin de öngörülü bir şekilde uyardığı gibi savaş tehdidini de arttırıyor.

» Fikrinize göre, ABD ve Rusya arasında gerçekleşecek bir nükleer savaş bugünün dünyasında oldukça gerçek bir olasılık olarak duruyor mu?

Oldukça gerçek bir olasılık ve aslında artan bir olasılık. Bu sadece benim kanım değil. Bu ayrıca Bulletin of Atomic Scientists’in [Atom Bilimcileri Bülteni] Kıyamet Günü Saati’ni belirleyen uzmanlarının; bu konular üzerine deneyimli ve oldukça saygı duyulan bir uzman olan önceki savunma bakanı William Perry’nin; ve kesinlikle hiçbir şekilde felaket tellalı olmayan diğer birçok kişinin de kanısı. Oldukça tehlikeli maceracılık bir tarafa, bazıları ölümcül olabilecek yakın zamanlı kazaların sayısı şok edicidir. Nükleer silahlar çağında hayatta kalmayı başarmamız neredeyse mucizevi ve ateşle oynamak ziyadesiyle sorumsuzluk. Doğrusu, bu silahlar Henry Kissinger, George Shultz ve diğer oldukça muhafazakar analistlerin bile belirttiği şekilde dünyada tutulmamalı, yok edilmelidir.

[TruthOut sitesindeki 17 Ağustos tarihli İngilizce orijinalinden Tahir Emre Kalaycı tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]

Kaynak: Birgun.net