“Stratejik Derinlik”in mimarı başbakanın azlinden sonra dış politikada radikal değişiklikler olacağı, bunun da en somut yansımasını Suriye’de bulacağı sıkça dile getirildi, hatta yeni başbakan bunu “dostlarımızı artırıp düşmanlarımızı azaltacağız” diye ifade etti. Sonrasında gelen Cerablus Operasyonunun meşruluğu ise “Suriye’nin toprak bütünlüğünü muhafaza etmek” söylemi üzerine kuruldu, “bizim kimsenin toprağında gözümüz yok” denildi.

Elbette ki bu sadece söylemden ibaretti ve dert Suriye’nin toprak bütünlüğü falan değildi. Eğer öyle olsaydı, Suriye’nin yıkımının baş sorumlusu ABD’nin de desteğiyle ve “ılımlı” cihatçılarla birlikte egemen bir devletin topraklarına uluslararası hukuku da hiçe sayarak girilmez, sınır kapatılır, cihatçılara destek kesilir ve doğrudan Şam yönetimiyle koordineli bir faaliyet yürütülürdü.

İşte tam da bu nedenle, yeni-Osmanlıcılık olarak adlandırdığımız dış politikada Davutoğlu sonrasında da “mutlak” bir değişiklikten söz etmemiz mümkün görünmüyor. Çünkü Suriye’ye yönelik şu hedefler halen masada: Kantonların birleşmesini engellemek, “ılımlı muhalifler”in kontrolünde bir “güvenli bölge” kurarak bunu yeni-Osmanlıcılığın emperyal vizyonuna uygun bir “lebensraum” (yaşam alanı) haline getirmek ve en nihayetinde Esad’ı devirmek.

Deyr ez Zor saldırısı sonrası ateşkesin bitmesi, vurulan “yardım” konvoyları, gidişatın nereye doğru olduğuna dair birer ipucu aslında

Cerablus Operasyonu tam da bu hedefler üzerine inşa edildi. YPG’nin merkezinde olduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin Minbic’in alınmasından sonra ABD desteğiyle Cerablus’a yürüme ihtimali ve bunun neticesinde Afrin’den Cizire’ye kadar uzanan, Irak Kürdistan’ı ile de bitişik bir “Kürt koridoru”nun ortaya çıkacak olması Türkiye’yi harekete geçirdi ve IŞİD’in savaşmadan geri çekilmesi neticesinde fiili bir “güvenli bölge” nihayet kurulmuş oldu.

Peki bu operasyon kimilerinin iddia ettiği üzere, Rusya ve İran’la birlikte, ABD’den habersiz, ABD’ye rağmen ve ABD planlarını bozmak adına mı yapılmıştı? Bunun böyle olmadığını geçtiğimiz hafta bu köşede yayınlanan “Cerablus: Buraya nasıl gelindi” adlı yazımda kanıtlarıyla göstermiş, sürecin bir yılı aşkın bir zamandır ABD ile birlikte yürütüldüğünü söylemiştim. Dolayısıyla ABD’nin Cerablus’tan elbette ki haberi vardı; zaten sonrasında TSK da ABD özel kuvvetlerinin operasyona destek verdiğini açıkladı, Pentagon da operasyona “Asil Mızrak” adını verdiklerini duyurdu.

Peki bu, ABD ile işlerin “mükemmel” gittiği, her konuda anlaşıldığı anlamına mı geliyor? Elbette ki hayır. Ortada Minbic’te verilen sözlerin tutulmaması ve daha da önemlisi 15 Temmuz varken bu zaten söz konusu olamaz. Söz konusu olan şey ise şu: Emperyalizme bağımlı da olsa her devletin bir “göreli özerklik”i vardır ve iktidar şimdi, art arda yaptığı hamlelerle ABD’ye “senin Suriye’deki asıl partnerin benim, YPG’yi değil beni al” diyor. El Bab’a doğru ilerleyiş de Rakka pazarlıkları da, hatta yakın zamanda başlaması muhtemel Musul Operasyonuna dâhil olma çabası da hep bununla ilgili dolayısıyla. Yani ortada anti-emperyalizm, Avrasya eksenine kayma falan yok, emperyalizmle yeni bir denge düzeyinde buluşabilmek, “stratejik ortaklık” aşamasına yeniden dönebilmek için elindeki enstrümanları zorlayarak kullanma çabası var. Bunun doğal çıktısının ise birincisi iktidarın ömrünü uzatmak ve ikincisi “Kürt koridoru”nu engellemek olacağı düşünülüyor ve planlar da buna göre yapılıyor elbette.

Peki ABD ne yapıyor: ABD, Türkiye ve ÖSO saldırmasın diye YPG kontrolündeki Tel Abyad’a bayrak çekip Kobane’de hava üssünü faaliyete geçiriyor, Cerablus’ta Türkiye ve ÖSO’nun IŞID’e yönelik operasyonlarına destek veriyor, Deyr Ez Zor’da ise IŞİD’le göğüs göğüse çarpışan Suriye ordusunu vurup “yanlışlıkla” 62 Suriye askerini öldürüyor. Amaç ne? Amaç aynı anda farklı aktörlere “yatırım” yapmak, onları birbirleri üzerinden terbiye ederek kendi planları doğrultusunda kullanmak ve Suriye’deki savaşın hiç bitmemesini sağlamak. Bitmesin ki Suriye, Rusya ve İran bitimsiz bir savaşla zayıflarken, 38 milyar dolarlık askeri yardım yapacağı İsrail’in güvenliği ve ABD’nin bölgesel çıkarları korunabilsin. Yani emperyalizm en iyi bildiği işi yapıyor, bölerek, parçalayarak, ayrıştırarak planlarını hayata geçirmeye çalışıyor.

Tam da bu nedenle “nereye kadar gidilmesi gerekiyorsa gideceğiz” denilerek El Bab’a yürümek de, Rakka pazarlıkları da bataklığa doğru adım adım sürüklenmek anlamına geliyor, Suriye’nin güneyine doğru inildikçe bataklığın derinliği de artıyor. IŞİD’in kendisi için kutsal saydığı “Dabık” bölgesinin de yer aldığı El Bab’da şiddetli bir direniş gösterme ihtimali, Deyr ez Zor saldırısı sonrası ateşkesin bitmesi, vurulan “yardım” konvoyları, gidişatın nereye doğru olduğuna dair birer ipucu aslında.

Tüm bunların içeriye yansıması mı? Elbette ki kaçınılmaz ama o da başka bir yazının konusu olsun.

Kaynak: Birgun.net