1. Gazete yazısı hep eksiktir. Biraz da hırsızdır. Ertesi güne kalmayan, kalsa bile, derinleşmeyen yazılardır. Eğer üslupçuluğunuz varsa, bir de düşünsel açılım sağlayabiliyorsanız, yararı da bulunur görece. Yanılma payı yüksek yazılar olduğu içindir ki, dikkatli olmalı kişi. Şimdi sanal âlemin olanaklarıyla, herkes kalem oynatıyor. Bu demokratik ve faydalı bir uğraş mı, yoksa cehaletin yaygınlaşması için bir yol mu, göreceğiz.

Romanla boğuştuğum şu günlerde, bir yandan gazeteye yetişmeye çabalıyorum. “Neden günlük yazıda ısrar ediyorum?” Sanırım iki nedeni var; birincisi, yazarlık açısından beni diri tutması, diğeriyse günlük meselelere dair susarsam, çatlayacağıma dair kanaatim. Ayrıca okurum da memnun sanırım. Bu da övünç! Peki, günlük yazı kaleme alanın en azından belirli bir düzeyi olması gerekmez mi?

Tanış olduğum pek çok kişi, el yordamıyla işini yürütüyor. Oysa tarihe not düşüyorsak yazılarla, mutlaka bir düşünsel, öğreti tutarlılığı kurmamız lazım. Geçen gün, BirGün Pazar Eki’nde Afşar Timuçin’ın yazısını çizmişim;

“Bilimler insana zorunlu olarak parçalı bakarken, her bilim insana kendi penceresinden bakarken ve insanın yalnız bir yüzünü görürken felsefe bütünsel insana yöneliyor ya da bir başka deyişle insanı bir bütün olarak görmek istiyor ve anlamak istiyor. İnsan bilgisinin özü felsefedir.”

Bunca yalpalamanın, ne dediğini bilemenin nedeni de budur. Eline kalemi aldığın an, bu sorumluluğu taşırsın, mecbursun.

2. Bunaltıcı yalnızlık günlerindeyiz. Yakın saydığın, sevdiğin, fikirlerine hürmet ettiğin insanların, bir anda büyük kalabalığın gürültüsüne kapılıp gitmesi can yakıyor. Bazen büyük cümleler kurulurken, onun hazzı, heyecanı ve kendini koruma güdüsüyle, yazar, sanatçı dostların nasıl da kaybolup, gittiğini görüyor ve kederleniyor insan. Yalnızlığın en yakıcı hâli bu!

Cadı avı günlerindeyiz yine. Cemaatçilerin, tarikatçıların birbirlerini nasıl gammazladıklarına, suç ortaklığı ettiklerine tanıklık ediyoruz bir yanda, öte taraftan puslu hava kurnazlarının da iş başında olduğunu görüyoruz. Şaşırtıcı değil elbet. Yine tiyatroya bir saldırı var. Neden? Hakikati görmek istemiyor büyük kitle ve elbet onların başı!


Tarifi olmayan, içeriksiz barış çağrıları ürkütür beni. Barış dediğin ifade özgürlüğüyle olur ancak. Eğer söz değerli değilse, yerini şiddete bırakıyor. E, nasıl barışacağız? Sözümün kıymeti yoksa üstelik adalet duygumu çoktan örselemişsen…
Böyle zamanlarda yazılanları, söylenenleri iyice izliyorum. Kinci olduğumdan değil. Yanlış kişiye selam vermeyeyim diye!

3. beşik gibi sallandım
büyüdüm sakallarında
işçi gövdesinde
kavrulup
çocuk gözlerinde
gizlendim
oğul oldum bazı
oğul oldu bazı
dayadım başımı
babam
diyerek direndim
öksüz acılara
datça’da anadan üryan
haykırış
çocukların şeker portakalı
yanlış yola giren
kırmızı lokomotif
ırgat çadırında
kıtlama çay
babam
oğul oldum
oğul oldu
tenha bir denizin
sabahı
elleri çamur toprak
çiçek vermez tohum
kokusuz güz
yaşlanmaz dişler
ölümlü rüya
koyu türkü
babam
sevdama tanık
fermansız buyruk
oğul dedi bana
oğul derim
ona
babam

4. Salâh Birsel kendi dilini kurmuş, o gölün içinde şıpır şıpır yüzmekte. “Benim şiirim sokağa açılan kapıdır” diyor. Bu dili öğrenmek pek kolay değil, belki şart da değil, bazen o seslere kendi anlamlarını yüklemeli insan; bir balonun ucuna bağlayıp, çocuk ellere vermek yeterli…

“Yaşama sevinci” adlı şiir kitabını okudum. Ara ara Birsel okurum. Kimi sade denemeci sayar onu, ben hınzır şiirini severim. “Şaklavak”, “Şakırdak”, “Cıbbar”, “Helah felak”, “Cicidan”, “Caynal cuynal”, “Künhünü”, “Fırda” gibi sözler çıkar Birsel’den. Bostancı sahilini onunla gezmeyi severim. İşsiz güçsüzlere bayılır. Kahveyi höpürdeterek içer, balıkçılarla sohbette uyuyakalır.
Yaşadığı dakikanın neden
Şekerini sezmez
Dumanı tüten bakışlarla
Mandolin çalmaz
Neden neden
Sevişince eyvahlanır
Kargalar inerken yalnızlığa
Resim üstüne resim çeker
Güzelliklerin berisinde
Tenhaca söyleşen denize dalar
Tutulunca özgürlük düşüncesine
Neden yalnızdır ah
İstanbul’u özlüyorum. Şimdi uzaktan özlüyorum. Yanına gidince, daha çok özlüyorum. Kim çaldı da, böyle baldırı çıplak, kalakaldık ortada!

5. Roman yazma eylemi garip dönemeçlerle sürer. Fark ettim ki, bu eylem aralıksız gece gündüz sürüyor, yine de tam sonuca ulaşılamıyor. Her roman yarım, demek yanlış olmaz. Bir derin nefesle yola çıkıp, zorlu dönemeçleri ustalıkla dönüş, sonu derin pişmanlıkla biten bir süreç bu.

Yeni roman için pek çok taslak oluşturup, yola koyulduğumda, başka bir metin yarattığımı fark ettim yine! ‘Yine’ diyorum, çünkü arkası kesilmez biçimde, hep aynı süreci yaşıyorum. Kafamda kurduğum dünya ile yazdıkça ortaya çıkan arasında uçurum oluyor çoğu zaman. Şimdi bir molada gibiyim. Zorlamıyorum kalemi.

Şiirle uğraşıyorum bir yandan. İlk gençliğimin tamamını şiir içinde geçirmişim. Evet içinde, tam göbeğinde. Adım adım izlerdim güncel yazılanları ve ardıma upuzun yayılan şiir bahçesini. Geç keşfettiğim şairler için hayıflandım. Bazısının da zamanı gelmediği için geç buluştum.

Kemal Özer okudum geçende yine. Şiirini ideoloji için körelttiğini düşündüm. İşlevsel olmayan bir sanat etkinliğinden uzak durmak gerektiğini savlıyor yolunun sonuna doğru. Doğrusu bunun üzerinde çok durmadım. Benim için isteyerek/istemeyerek didaktikliğe kayan her sanat yapıtı gücünden kaybediyor. Zaten siyasal olmayan bir şiir/yapıt nitelikli olmaz!
Zihnimde farklı sorunsallar var. Ülkenin çalkantılı ruh hâli buna neden oluyor, yakıcı! Kemal Özer’de;
Ağzımda kül tadı.
Kurumuş kanı görüyorum
okuduğum satırların arasında.
yalayıp geçiyor yüzümü
utanca karışan sıcaklığı öfkenin
bakarken fotoğraflarınıza
Bir yarayı öper gibi ağzım.

6. Sanatçılar işlerinden ediliyor, tiyatro oyunlarına yasaklar geliyor, bir yandan da şenlikli gösteriler yapılıyor. Memleketim sahici bir aydınlanma sürecini yaşadı mı, yoksa bir düş gördük ve şu an önümüze bir heyula gibi hakikat mi dikiliyor? Ne ağır, ne sert bir savrulma yaşıyoruz. Göç etmekten söz eden milyonlar var. Öte yandan içe kapanan koca bir kitle. Bir de “Adam sende” diyenler. Aydınlanma dediğim, Cumhuriyet’le birlikte doğan iklim. Çok saldırıldı ama coğrafyamızın kaderine boyun eğmemek böyle olacaktı elbet.

İlk kez bunca uzun süre Datça’da kaldım. Denize bakmanın insana nasıl iyi geldiğini anladım bir kez daha. Akşam bir saat denizi duymak iyi geliyor. Tuhaf bir suçluluk duygusu da içimde elbet… Her an umudu kıran bir haber geliyor. Her koşulda, her düzende iktidarların sanatçıyı hedefe almaları rastlantı değil elbette. Yalnızlık üstüne de düşünmek gerek. Kimileri “Ne kavgacısın” diye söyleniyorlar bana. Ne yapayım… Bunca çocuğun toprağa düştüğü memleketimde, uzlaşayım mı? Kimle?

Hangi dilde, hangi koşulda?

Sert dedikodu çarkının bunca zalim işlediği günlerde, birilerinin paçasına tutunmadan ayakta kalmak mümkün mü?
İşte bu soruya verdiği yanıt insanın nasıl yaşayacağını belirler. Kızgınlığım, öfkem yerli yerinde!

7. Pişmanlık, ispiyonculuk içinde bulunduğumuz günlerin moda kavramları. Bir toplum iyice çürümüş ve değerlerini yitirip, giderek bencilleşip, çılgınca bir fırsatçılık içinde debelenirse, sonu felaket olur. Ekranlarda hazin görüntülere rastlıyorum. Elindeki gücü kibirle, vahşice kullanan kimselerin, suçluluk duygusuyla düştükleri halleri görüyorum. İnsanın bunca bayağılaşması, belki de tam da hakikatidir.

Bir kişi; makam, mevki, güç elindeyken nasıl zâlimleşiyorsa, bunları yitirdiğinde de bir o kadar mahluklaşıyor. Her gün bu ibret görüntülerine tanık oluyoruz. Hemen her yönüyle, hızla çürüyen bir toplum… Tek sermayesi hamaset, bayağılık olan insanların elinde çırpınıp duruyoruz. Şiirden, müzikten, felsefeden kimseler söz etmez halde!

“Melih Cevdet Anday Edebiyat Ödülü” sahibini buldu. Her ödül; seçici kuruluyla, kazananıyla tartışılır elbet. Şeref Bilsel kazandı ödülü. Seçici kurul başkanı değerli hocamız İoanna Kuçuradi’ydi. Bir ömrü insan hakları için çabalayarak geçirmiş, felsefeci bir kadın. En azından edebiyat dünyası hocadan daha az dedikodu yapmayı öğrense. Söz değerlidir değil mi?

Kaynak: Birgun.net