TAYFUN TOPRAKTEPE

Selçuk Baran Öykü Ödüllü Ankaralı yazar Pelin Buzluk’un yeni öykü kitabı, dört yıllık bir aradan sonra İletişim Yayınları’ndan çıktı. Bir kısmı daha önce çeşitli dergilerde yayımlanmış öykülerden oluşan kitap, yazarın uzun süreden beri beklenen üçüncü kitabı.

Yeni bir dil ve anlatım
Bazen bütün gece rüya görür, uyandığımızda ise hatırladığımız tek şey bir tuzağa yakalanma, terk edilme ya da sislerin arasında tek başına kalma anısı olur. Hatta bazen bu bile olmaz; bunların neden olduğu heyecanın, duygunun belki de bir hikâyenin silik bir imgesi kalır.

“Aniden bir şey savruldu aramıza. Mavi bir ışık yanıp söndü. Maviliğini sonradan düşünüp bulduğum. İşte ben elini yitirdim orada. Birtakım duvarlara çarptım. Omzumu tutuyordum. Çok sıcaktı. Elim mi yanıyordu, omzum mu. Sonra birileri kucaklayıp kaldırdı beni, hemen uzaklaştılar. Omzuma bastırmak istiyordum. Bütün kasları tel tel yanıyordu. Yine de daha görünür olmayayım diye sakinleşmeye çabaladım. Üniformalıların arasından adım adım ilerleyip onları ardımda bırakana dek sıktım dişimi. Gözlerim, burnum akıyordu.

Boğazı yakan, dikenli bir bulut inmişti. Akşamı hepten koyultmuştu. Sürekli arkamı kolluyordum. Beni almaları an meselesiydi, hem keyfîydi. Tepe durağına kadar yürümek gerekiyordu. Vasıta yoktu. Yakınımda biri belirince yavaşça uzaklaşıyordum. Birkaç kişiyi bir arada görseler saldırıyorlardı. Giderek sis arttı. Oysa tırmandıkça azalır diye ummuştum. Durakta hiç araba yoktu. Bütün güzergâhlar değişmiş. Bir dolmuş geçse atlayacaktım. Ama dört-beş adım ötemi göremiyordum.”

Önceki kitaplarına kıyasla, "En Eski Yüz"de Pelin Buzluk’un daha az kapalı bir anlatımı var. Yazar bu kitabında bir bakıma daha dolaysız bir anlatımı tercih etmiş ve bunu yaparken de önceki kitaplarında olmadığı kadar sözcük seçimine dikkat etmiş; sık kullanılmayan, neredeyse unutulmaya yüz tutmuş, güzel sözcükler seçmiş. Kadın özgürlüklerine dair kaygıları içeren birden çok öyküyle bu kitap, on yıllardan beri süregelen ve mevcut iktidar ve onun politikalarıyla beslenen kadına yönelik şiddet ve baskıların bir nevi edebiyattaki izdüşümü.

Yazar Mavis Gallant’a göre sarsıntılara bağışıklığı olan çocukluk yoktur. “Bazı yazarlar, şeylerin ne şekilde görüldüğü ile ne şekilde görülüyor olabileceğine dair algıları birbirine karışmış olarak gelmiştir dünyaya; hepsinde nefes alıp vermeye devam ederken nefesini tutma yeteneği vardır” derken de bir okur olarak kafamdaki Pelin Buzluk’u tarif ediyor gibidir.

“Toprak siyahmış. Kara toprakmış! Babamın ölümü yine de yokmuş. Babam ölmemişmiş. Ağaçlar yemyeşilmiş. (Oysa toprak böyle nemli ve kara değildi, ağaçlar yeşil bile değildi.

Her şey tozluydu, renkler solgundu. Ama düşlerde hepsi gönlünce.) Ben yine dama çıkmışım. Damağımda şekerli hazzı, dut yiyormuşum. Birtakım pastalar düşleyerek. Yalnız babamın ceketinden tüten vanilyaların hatırasıyla değil elbette. Kulağakaçanları kovarak. Ve bir anda tiksinerek. Eve para getireceğim günleri kuruyormuşum. Aniden bir taş alnımda –babamın ölüm haberi.”

Yetenek ve piyasa
Ağırlıklı olarak İstanbul “piyasası”nda devinen edebiyat camiasında, bir türlü hak ettiği değeri göremediğini düşündüğüm Pelin Buzluk'un bir önceki kitabı ile "En Eski Yüz" arasına koyduğu süreyi, ben biraz da kendini, bu camianın yancı/yanlı ilişkilerinden, merkez ve onun etrafındaki yazarlardan uzak tutma isteğine yoruyorum. Maalesef belirli çevreler tarafından dergiler, kitap ekleri ya da ödüller aracılığıyla parlatılmaya çalışılan yazarların eserleri, ortalama okuru ikna etmekten uzak. Sosyal medyada bir araya gelmiş okur gruplarının, kişisel blogların ya da benzer oluşumların ise daha çok inisiyatif aldıklarını, nitelikli eseri vasat olandan ayırmaya daha çok odaklanır hâle geldiklerini düşünüyorum. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da dergiler ve ilişkiler sayesinde parlatılan ya da korunan yazarların eskiye kıyasla giderek daha az itibar göreceği söylenebilir.
Kültürel bakımdan bize en çok benzeyen ülkelerden biri olan Meksika’nın ünlü yazarı Carlos Fuentes'in “Cennet’teki Âdem” kitabında “Meksika edebiyatı üzerinde adeta bir diktatörlük kurmuş, dergi ve gazetelerin eleştiri köşelerini müritleri ve yakınları sayesinde tekeline almış” olarak tanımladığı roman kahramanı Maximino Sol, karşısında oturan genç yazara şöyle der:

"Yetenek, ne kadar müthiş olursa olsun, tek başına yeterli değildir, bir kalkan tarafından korunması gerekir […] Dergi bir kalkandır; gruplar, üstatlar hep birer kalkandır.”

Edebiyat ve Gezi
Gezi sürecinde, direnişin edebiyata etkisi epeyce gündemde kalmıştı. Takip edebildiğim kadarıyla “gezi öyküleri” başlığı altında toplayabileceğimiz seçkiler (ısmarlama öykü) de dâhil, hatırı sayılır miktarda ürün ortaya çıktı. Pelin Buzluk gibi kimi yazarlar ise, henüz yaşamakta olduğumuz sürecin edebiyata bu kadar derinlemesine dâhil edilmesinden rahatsız olup Gezi’nin edebiyatının belki de yıllar sonra yapılabileceği görüşündeydi. Nitekim bir mücadeleyi, bir olguyu işlevsiz kılıp sevimsiz hâle dönüştürmenin yollarından biri onu, kendi doğrusunu gösterecek konumundan uzaklaştırıp üzerine çok konuşmaktır. Kendi nesnel koşulları, zamanı ve mekânıyla kendisini var edemeden o olguyu/mücadeleyi tanımlama telaşı, açgözlülüğü onun konturlarını yumuşatır; bildik ve tanıdık olanın evcil ve cansız dünyasına dâhil eder. Varolanın kendini gösterebilmesinin, doğal akışı içinde kendini var edebilmesinin önünü kapatır. Sanırım Gezi sürecinde direnişin alelacele ve biraz da üstünkörü bir biçimde edebiyata konu olması, edebiyatın o alanını işgal ederek daha iyi yapılacakların da önünü kapattı. Umalım önümüzdeki yıllarda daha iyileri yapılabilsin.

Kaynak: Birgun.net