ONUR EREM [email protected] @onurerem

Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılmak için 23 Haziran’da bir referandum düzenleyecek Birleşik Krallık (BK), AB üyeleri içinde, birlikte ilişkisi en ilginç olan ülke. 1957’de kurulan ve AB’nin öncülü olan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) başlangıçta üye olmayan BK, 1961 yılında üye olmak istediğinde ise Fransa’nın vetosuyla karşılaşmıştı. BK’yi “ABD’nin piyonu” olarak gören Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle, kendi ülkesini NATO’nun askeri kanadından çıkardığı gibi Avrupa entegrasyonunu da NATO’dan bağımsız olarak tasarlıyordu kafasında. BK’nin üyeliği ancak Charles de Gaulle’un görevi bırakmasından sonra, 1973’te gerçekleşti. Ancak AET’ye üyelik, İşçi Partisi ve Muhafazakâr Parti içinde de tartışma konusuydu. Bu nedenle ülke, üyelikten 2 yıl sonra AET’de kalıp kalmamayı referanduma götürdü. Halkın yüzde 67’si üyeliği destekledi.

Üyelik için 12 yıl uğraşan BK, sonraki süreçte ise AB’nin daha federatif bir birlik olmasını isteyen akıma karşı çıktı. Sheffield Üniversitesi’nden Prof. Stephen George’un tanımına göre BK, AB içinde her zaman “uyumsuz bir partner” oldu; 2000’lerin başına kadar AB’nin daha fazla entegre olmasına karşı çıkan tek ülkeydi. Bunun arkasında BK’nin kıta Avrupası’ndan farklı dinamiklere sahip olması, kıtada ABD ve NATO’yla her zaman en yakın ülke olması, küresel ölçekte Almanya ve Fransa’dan farklı önceliklere sahip olması gibi çeşitli nedenler bulunuyor.

Bu “uyumsuz partnerliğin” sonucu olarak bugün AB’nin önemli ayaklarından olan ortak para birimi avroya hiçbir zaman dahil olmayacağını AB’ye kabul ettiren yalnızca 2 ülke var: Birleşik Krallık ve Danimarka. BK, Danimarka’nın aksine, birlik içindeki sınırları kaldıran ve ortak bir vize rejimi getiren Schengen anlaşmasına da dahil değil.

Heykeldeki boşluk
BK’nin AB’ye yönelik bu yaklaşımı, sanatçı David Cerny’nin Çek Cumhuriyet’nin 2009’daki AB Konseyi Başkanlığı için hazırladığı ünlü heykeli Entropa’da da yer alacak şekilde dikkat çekiyor ve federatif bir AB isteyenlerin eleştirisine yol açıyordu. Cerny, hazırladığı 16x16 metre boyutlarındaki Entropa’da tüm AB ülkelerini, haklarındaki birer sterotip ile gösterirken BK’nin bulunması gereken yerde bulunan boşluk, BK’nin kendini AB’den bağımsız tutma çabalarını anlatıyordu.

Birleşik Krallık, AB’ye karşı çıkan (avroskeptik/eurosceptic) akımın da beşiğini oluşturdu. 1999’da Avrupa Parlamentosu’nda (AP) kurulan ilk avroskeptik meclis grubu olan Demokrasilerin ve Çeşitliliğin Avrupası içinde, bugün de politikalarıyla BK’de tartışmalara yol açan BK Bağımsızlık Partisi (UKIP) bulunuyordu. Bu grubun devamı, 2014’ten sonra Özgürlük ve Doğrudan Demokrasinin Avrupası adı altında faaliyet gösterirken, UKIP her zaman avroskeptiklerin başını çekti. Bugün de AP’deki grubun 46 vekilinin 22’si UKIP milletvekillerinden oluşuyor. Grubun diğer üyeleri ise göçmen karşıtı tutumlarıyla dikkat çeken İsveç Demokratları ve Almanya için Alternatif gibi partiler.

1991’de Avrupa Birliği’nı bugün bildiğimiz haline dönüştüren Maastricht Anlaşması’na karşı kampanya yürütmek amacıyla kurulan Anti-Federalist Birlik’ten türeyen ve 1993 yılında resmen kurulan UKIP, 2014’teki AP seçimlerinde Birleşik Krallık’ın AP’deki 73 vekilinin 22’sini kazanmayı başararak daha önce elde edemediği bir güce kavuştu.

Cameron’un kumarı
UKIP’in yükselişi, Muhafazakâr Parti iktidarını ve Başbakan David Cameron’u endişelendirecek bir seviyeye gelmişti. 2008’de başlayan ve hâlâ etkisi hissedilen ekonomik krize Avrupa çapındaki merkez partilerin çözüm üretememesi nedeniyle UKIP ile benzer çizgideki partiler, Fransa, Almanya ve Avusturya’da da yükselmeye başlamıştı. Sağdaki oyları UKIP’e kaybetmek istemeyen Cameron, 2015’teki genel seçimden önce, iktidara gelirlerse UKIP’in temel meselesi olan AB’den ayrılma konusunu referanduma götüreceklerine söz verdi ve böylece avroskeptiklerin de oyunu alarak iktidara geldi. Sonrasında ise referandum takvimi çalışmaya başladı.

David Cameron referandum sözü verse de AB’den ayrılma yanlısı değildi. Ayrılık yanlılarını tatmin etmek için AB ile bir pazarlık yaparak Birleşik Krallık’a birkaç taviz daha almayı başardı. Bunların arasında sığınmacılar, maddi yardımlar ve BK’nin bugüne kadar imzaladığı AB anlaşmalarında bulunan “Her zaman daha fazla yakınlaşan bir AB” (ever closer union) yükümlülüğünden muaf tutulması gibi sembolik maddeler vardı. Zaten Cameron’ın da ihtiyaç duyduğu şey, AB ile ekonomik entegrasyonu tehlikeye atmayan böylesi sembolik adımlardı. Cameron bu tavizleri aldıktan sonra ülkesine döndü ve “Referandumda AB’de kalmak için çalışacağım” açıklamasında bulundu. Fakat Cameron, parti yönetiminin çoğunu kalmaya ikna etse de vekilleri ikna etmekte başarılı olamadı.
BBC’nin araştırmasına göre 14 Haziran itibariyle Bakanlar Kurulu’ndaki 30 kişinin 23’ü kalma yanlısı. Öte yandan Muhafazakâr vekillerin 170’i ayrılık yanlısıyken yalnızca 131’i kalmak istiyor. İşçi Partisi’nde vekillerin neredeyse tamamı, Avam Kamarası’ndaki üçüncü büyük parti olan İskoç Ulusal Partisi’nde ise vekillerin tamamı üyeliğin devam etmesinden yana.
İskoç Ulusal Partisi’nin (SNP) tavrı tüm İskoçya’da da halk tarafından benimseniyor. Bu da Krallık içinde ayrı bir siyasi krize yol açmış durumda. İskoç Ulusal Partisi, AB’den ayrılığın yalnızca Krallık içindeki dört ülkenin halklarının da, yani İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda halklarının tamamının ayrılıktan yana olması durumunda gerçekleşmesini talep ediyordu. Ancak Cameron bu teklifi reddedince SNP Başkanı Nicola Sturgeon, “İstememize rağmen ayrılmaya zorlanamayız” diyerek İskoçya’nın AB’den ayrılmamak için Birleşik Krallık’tan ayrılabileceğini açıkladı. İskoçya 2014’te BK’den ayrılmak için bir referandum yapmış ve halkın yüzde 55’i ayrılmamayı tercih etmişti. Sturgeon’a göre BK, ayrılmama karşılığında İskoçya’ya daha fazla yetki devri yapmayı kabul etti ama “AB’den ayrılmak gibi temel bir konu hakkında İskoç halkının iradesinin yok sayılması kabul edilemez”.

Bu durumda referandumunun olası sonuçları neler? Öncelikle AB’de kalmaya yönelik senaryoya bakalım. Birleşik Krallık’ın AB’de kalması durumunda, işler olduğu gibi devam edeceğinden çok fazla bir değişiklik olmayacak. Ancak bunun Muhafazakâr Parti’de siyasi etkileri olabilir. Ayrılığın en ateşli savunucularından UKIP’in lideri Nigel Farage, “Eğer referandumda ayrılık çıkmazsa vekillerinin çoğu ayrılık yanlısı olan Muhafazakâr Parti’nin bölüneceğini, vekillerin önemli bir kısmının partimize katılacağını düşünüyorum” diyor.



Esas tartışılan sonuçlar ise ayrılığa dair. Çünkü ayrılığın nasıl nasıl gerçekleşeceği bilinmiyor. Daha önce referandumla Avrupa Birliği’nden ayrılan hiçbir ülke olmaması nedeniyle önümüzde bakabileceğimiz bir örnek de yok. Bu nedenle, referandumdan ayrılık kararı çıkmasına dair farklı senaryolar çiziliyor:

>> Referanduma rağmen ayrılmamak:
The Guardian gazetesinin de dikkat çektiği gibi, bu referandumun yasal bir bağlayıcılığı yok. Yani referandumdan ayrılma kararı çıkarsa, ayrılık süreci otomatik olarak başlamayacak. Ayrılık süreci yalnızca Lizbon Anlaşması’nın 50. maddesinin devreye sokulmasıyla başlayabilir. Bunun için de ayrılmak isteyen ülkenin başbakanının AB’ye bir mektup yazarak ayrılmak istediğini belirtmesi gerekiyor. Referandumdan ayrılık kararı çıkarsa, Birleşik Krallık’ın AB ile yeniden pazarlık yapıp daha fazla taviz alarak AB’de kalması bir ihtimal. Şu anda Avam Kamarası’ndaki vekillerin çoğu AB’de kalma yanlısı ve Guardian’a göre bu sayede yeni bir referandum gibi yöntemlerle AB’de kalmayı başarabilirler. Fakat referandumda halkın ayrılık demesine rağmen Cameron’un bu yolu izleyip ayrılmaması, parti üzerindeki baskıları artırabilir, genel seçimde UKIP’in oy kaybetmesine yol açabilir.

>> Anlaşarak ayrılmak:
Lizbon Anlaşması’nın 50. maddesi, bir devletin AB’den ayrılmak için başvurmasıyla birlikte 2 yıllık bir ayrılık süreci öngörüyor. Bu 2 yıl boyunca ayrılacak devletin AB ile müzakere ederek bundan sonra nasıl bir birliktelik kuracağını belirlemesi gerekiyor. Guardian’ın Brüksel muhabirlerine göre BK, bu 2 yıl süresince de ayrılmaktan vazgeçebilir.
Ama vazgeçmezse, AB ile BK arasında nasıl bir ayrılık anlaşması olabilir? Burada da iki temel seçenek var:

Avrupa Ekonomik Alanı’nda kalmak ya da kalmamak. Emeğin ve sermayenin serbest dolaşım içinde olduğu AEA’da kalmak sermayenin en büyük önceliği. Ama bunun da büyük bir bedeli var.
AEA’ya AB dışından üye olmak, AB’nin karar alma mekanizmalarına katılamamasına rağmen AB’nin pek çok konuda aldığı kararları uygulamak zorunda olmak anlamına geliyor. Bunun en net örneği Norveç. AEA içinde bulunan Norveç, AB müktesebatının üçte birini uygulamak zorunda fakat bu yasaların yapımında hiçbir söz hakkı yok. Birleşik Krallık’taki ayrılıkçıların temel argümanı, “AB’nin boyunduruğundan” kurtulmaktı. Ayrıldıktan sonra yine AB’nin yasalarını uygulayıp, üstelik bir de bu yasaların yapımında hiçbir söz hakkı olmamasını kabul etmeleri zor. AEA’nın ikinci bedeli ise ekonomik: AB’ye üye olmadan AEA’ya girmek isteyen ülkelerin, Norveç örneğinde olduğu gibi, AB’ye bunun için para ödemesi gerekiyor. Ayrılık yanlıları, Birleşik Krallık’ın AB bütçesine net katkı veren, yani bütçeden aldığı paradan daha fazlasını bütçeye ödeyen bir ülke olmasından şikâyetçiyken bu sefer üye olmadıkları bir birliğe para ödemeyi kabul edebilirler mi? Bu soruya, Almanya Maliye Bakanı Wolfgang Schauble’nin yanıtı: Kesinlikle hayır. Schauble, BK’nin ayrılması durumunda AB’nin kendine BK’siz bir gelecek kuracağını, BK’nin de ‘hata yaptığını’ bir gün anlayıp birliğe geri döneceğini düşünüyor.

Kaynak: Birgun.net