Geçenlerde Jak Şalom’dan bir davet aldım. Ama daha o davet elime ulaşmadan, eski bir arkadaşım, Prof. Dr. Oğuz Makal beni arayıp 20 dakikalık Sinematek sunumlarında bana “Le Mépris”yi uygun bulduklarını söylemişti. Doğrusu benim başka tercihlerim olabilirdi ama sonuçta Godard’ın çok tartışılmış bir filminden söz ediyoruz.

Sinematek Yaşıyor! Ellinci yılına da erişti. Jak davetinde, Onat Kutlar’ı kaybedişimizin 22. yılına yaklaştığımızı da hatırlatıyordu. İlk adım olarak geçen bahar Kadıköy Belediyesi CKM ve Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi’nin işbirliğiyle çok başarılı bir etkinlik gerçekleştirilmiş, 50 filmin 18’i sinemaseverlere sunulmuştu. Şimdi de Pera Müzesi etkinliğe katılıyor. Pera’daki gösterimler yarın 19:00’da Godard’ın “Le Mépris”si ile başlayacak. Bilmiyorum, belki ilk sunumu yapmak daha hayırlıdır. İnsan gerilmekten kurtulur.

Küçük yaşından beri sinemaya götürülen, sonra da kendi giden biri olmakla birlikte, Sinematek beni çok şaşırtmıştı. Hem de, otuzlu yaşlarımda olduğum halde. Bir-iki arkadaşla gitmiştim, başka kimseyi tanımıyordum. Daha sonra, büfesini işleten işsiz meteoroloji mühendisi Ahmet’le arkadaş olmuştuk. Onun dışında tamamen yabancıydım: insanlara, çevreye, o sinemaya... Tarifle anlatılmaz bir havası vardı: İnsanlar gözüme ciddi ve biraz korkutucu görünüyordu, yönetmenlerin bazılarını bilmekle birlikte, bazılarının adını orada duymuştum, gösterimden önce üçüncü hamur kâğıda teksirle çoğaltılmış tanıtımlar dağıtılıyordu. Filmin kendisinde altyazı varsa vardı, yoksa teksir kâğıtlarına kuvvet, sinemanın kendi sihri içinde yoğrulup seyrediyorduk.
Bazı filmler, bizim izlediğimizden uzundu. Örneğin Jak, ticari gösterimde neredeyse yarım saati kesilen Visconti filmi “Rocco e i suoi Fratelli / Rocco ve Kardeşleri”ni hatırlattı

Gerçekten unutamam. Yalnızca Sinematek vasıtasıyla tanıştığım yönetmenleri, gördüğüm filmleri değil, sonradan ahbap olduğum insanları da değil, o “Büyülü Fener” havasını. Nasıl anlatayım? Gündelik hayatın, hatta bildiğimiz sinemanın dışına çıkıyorduk. Başka bir diyar vardı, bir masal diyarı sanki. Oraya girip ikinci bir hayat yaşıyorduk. Tek başına dünyayı gezmeye çıkmış çocuklar gibiydim. Şimdiki halimle gitsem, gene de çok hoşnut kalırdım, gene sihrine kapılırdım mutlaka, ama o zamanlar Sinematek’in üzerimdeki etkisinin bir benzeri olacağını sanmam. Özellikle Polanski’nin, Sinematek’te izlediğim ilk filmlerden biri olduğunu sandığım “Sudaki Bıçak / Knife in the Water”ının (Jak da doğruladı bunu) etkisinden uzun süre kurtulamamıştım.

Bu beklenmedik sinema eğitimini sonra da İstanbul Film Festivali tamamlamıştır. Hâlâ bahar havasında karanlık salonlara gönüllü kapanıp, sinema baharı yaşamayı her şeyden çok severim. Yeni yönetmenler keşfetmek bana o gün olduğu gibi bugün de coşku verir. Ama, artık aşinam olan o yabancılar arasında, yıllardır hayranlıkla izlediğim filmlere benzemeyen filmler izleyerek, çıkınım sırtımda çıktığım yolculukları asla unutmayacağım.

Öyleyse buyurun Pera Müzesi’ne... Her Çarşamba 19:00’da sunum var. Hangi filmler mi? Örneğin, 8 ½, Rashomon, Persona, Mirror / Ayna, Hiroshima mon amour diyelim. Sunanlar arasında Genco Erkal, Füruzan, Özcan Alper, Fazıl Say var. Oğuz Makal da Umut’u sunuyor. Yeniden Sinematek’i yaşar gibi. Diyorum ki, hiç bitmese keşke...

Kaynak: Birgun.net