SELNUR AYSEVER

Metrodasınız. Hafif uykulu gözler. Birkaç dakika içiniz geçmiş bile olsa sanki derin bir gece uykusunda gibisiniz. Derken bir bağırış çağırış, itiş kakış… Daha az önce kapıdan içeri girerken gördüğünüz adamı apar topar çıkarıyor vagondan güvenlik görevlileri. O kadar yorgunsunuz ki “Neler oluyor?” diyecek gücünüz bile yok. Zaten bu soru yüzünden hayatınızı ait olmadığınız ülkelerde yaşamak zorunda kalmışsınız. Metrodan çıkıp, sürgün yıllarından sonra ilk kez eski bir arkadaşınızı ziyaret ediyorsunuz. Geçmişin mahcubiyeti, zaman zaman yenilmişlik duygusu bir arada. Anıların hatırına arkadaşınıza aldığınız armağanı vermek üzere çantanızı açıyorsunuz. İçinden çıkan CD’ler ve dosyalar sizi şaşırtıyor. Çünkü çanta sizin değil. “Metrodaki Yabancı”ya ait olan bu çantayla hayatı değişen Selçuk’un hikâyesi böylece başlıyor.

Selçuk, 12 Eylül darbesi'nden sonra memleketi terk etmek zorunda kalmış bir devrim sevdalısı. Yıllar sonra, bir daha geri dönmemek üzere terk ettiği İstanbul’a geliyor. “Bir türlü barınamadım. Nereye gitsem politik geçmişim suç dosyası gibi önüme konuyordu.” diyerek kaçıp gittiği ülkelerde, kendisini hiçbir yere ait hissetmiyor. Kahramanın bu yönü, okurun mekânla ve o mekân üzerinden aidiyet duygusuyla ilişkisini sorgulamasına olanak sağlıyor. Selçuk; tepkisizliğine, zalimliğine, bencilliğine ve duyarsızlığına rağmen kendi insanıyla aynı havayı soluduğunda ancak kendisinin oraya ait olabildiği mesajını veriyor. Gurbetçi olmaktansa kendi toprağında yoksul olmayı arıyor. Kaçarak gittiği yabancı bir şehirde, onunla aynı abeceyi konuşmayan, refleksleri soğuk, kimi zaman duvar gibi olan insanlarla yaşıyor hissi veriyor. Belli ki kargaşasını, kirini pasını, trafiğini, yağmurunu özlemiş İstanbul’un. “Ne var bu İstanbul’da?” derler ya, işte tam da İstanbulluların bilebildiği şeyi anlatıyor Selçuk.

İstanbul nice şairi kendisine âşık etse de, pek çok utanca da tanıklık etmiş bir şehir; tarih yazmış pek çok şehir gibi. Romanın gizi, bu utanç mekânlarından birinde başlıyor. Metroda derdest edilen yabancı Naser, Sansaryan Han’da camdan atlayarak intihar ediyor. Asıl adı Sanasaryan olan bu han, Ermeni bir tüccara aitken tehcir yıllarında kamu malı haline getirilmiş. Roman, bu mekândaki kamulaştırmaya atıfta bulunuyor bir yönüyle. Tabutlukta*, insanlığa mal olması gereken bir bilginin gizli kalmaması için kendini feda ediyor Naser. Emperyalist sermayenin peşinde olduğu o bilginin kamusallaşmaması gerekiyor. “Metrodaki Yabancı” ilk bölümden itibaren gizemli ve heyecanlı bir yolculuğa sürüklüyor.

Romanın bir diğer kahramanı, emniyet teşkilatının dehası Serkan. Teşkilatın tepe ismi olacak kadar zeki ve yetenekli. Ancak görev icabı öğrenci olduğu üniversitede kimliği deşifre olunca diploma alamıyor. Üniformalı yaşamında hak ettiği yere oturamayan Serkan; matematik zekâsından, olayları hızlı ve sıra dışı yöntemlerle çözüyor olmasından dolayı emniyetin vazgeçilmezi haline geliyor. Uluslararası sermayenin, kartelin ve mafyanın tam göbeğinde duran Naser’in çantasındaki gizli bilginin peşine düşmesi de bu yetenekleri yüzünden. Naser’i ölüme götüren çanta, üniformalı Serkan’ın ve Selçuk’un kaçınılmaz iç hesaplaşmasının da aracı oluyor.
“Metrodaki Yabancı” Ayrıntı Yayınları’nın Türkçe Edebiyat serisinden yayımlanmış bir polisiye roman. Müthiş bir kovalamaca yaşanıyor. Sinema tadını veriyor roman. Gişe rekorları kıran bir aksiyon filmi gibi adeta. Sinemasever bir okurun, sahneleri gözünde canlandırabileceği kadar net yazılmış. Tam yakalandı derken, bir manevrayla kaçış yeniden başlıyor. Yazar, zaman zaman mistik bir hava varmış gibi düşündürtmeye çalışsa da okuru; her şey ince düşünülmüş. Hiçbir şey tesadüfen olmuyor. Yazarın sistem mühendisi olmasından dolayı olsa gerek, romanda hiçbir şekilde mantık hatasına izin vermemiş. Romanın iyi bir matematiği var. Ve günümüz teknolojisine hâkim olmayan okur için de okuma zevki aynı. Teknik gelişmeleri bilmese de okur, incelikli anlatım sayesinde konuyu kavrayabiliyor. Tüm bu sanal köşe kapmacada, artık herkesin ve her şeyin rahatlıkla izinin bulunabileceğini çarpıcı bir şekilde ortaya da koymuş oluyor yazar.

* Sansaryan Han’ın bir diğer adı da Tabutluk’tur. Uzun yıllar İstanbul Emniyet Müdürlüğü binası olarak kullanılan bu han, işkenceleriyle biliniyor. Nâzım Hikmet, Ruhi Su, Aziz Nesin, Vedat Türkali, Attila İlhan, Ece Ayhan gibi şair ve yazarların da burada işkence gördüğü biliniyor.

Kaynak: Birgun.net