Adını net olarak koyalım: 15 Temmuz, tartışmasız bir şekilde dinci bir darbe girişimidir. Darbeye karşı sokağa çıkanların getirdikleri tekbir ve şehadetler, darbe gecesi camilerden yükselen salalar, ölenlerin şehit, yaralananlarınsa gazi sayılmaları bu gerçeği değiştirmez. 15 Temmuz gecesi uçaklarla Meclis’i, tanklarla sokaktaki insanları vuranlar, bunu din adına yapmış, darbecilere karşı sokağa çıkanlar ise yine din adına sokağa çıkmışlardır. Darbeye kalkışan grup Türkiye İslamcılığının bir kolu, darbeye maruz kalan grup ise başka bir koludur ve 15 Temmuz iki İslami fraksiyonun iktidar mücadelesinin silahlı çatışmaya dönmesinden başka bir şey değildir.

15 Temmuz sonrası manzara ise şöyledir: Yer kalmadığı için sokağa salınan suçlular, yerlerine cezaevine atılan on binlerce kişi, kamuda yüz bine varan açığa alma, çalışma lisansı iptal edilenler, unvanları elinden alınanlar, dolayısıyla işsizler ordusuna katılan çok ama çok büyük bir kitle, Cemaatçi sermaye gruplarına yapılan büyük operasyonlar, nasıl dizayn edileceği belirsiz bir ordu, içindeki Cemaatçi sayısı asla tam olarak bilinememiş ve kara kutu gibi duran polis teşkilatı, siyasallaşmanın bitirdiği bir yargı, dağılmış bürokrasi ve çözülmüş devlet aygıtı…

Buna içerideki ve Suriye’de/Rojava’daki Kürt sorununu, ABD ve Batıyla ilişkileri, İncirlik’teki nükleer silahlar üzerine yapılan “Türkiye’den götürüldü mü götürülmedi mi” tartışmalarını, Rusya ve İran üzerinden yapılan dış politika blöfünü, iflas eden Suriye siyasetini, uyuyan cihatçı hücrelerini ve harekete geçme ihtimallerini ekleyin. Sonuç: Mütareke döneminden sonraki en büyük, hatta onunla eşdeğer bir felaket, bir yıkım hali.

Daha önce de defalarca belirttik ama ısrarla tekrar etmek gerekiyor: Bu trajik manzaranın, bu çöküş manzarasının gerisinde, emperyalizmin ve Türkiye yönetici sınıfının sol düşmanlığı, emek düşmanlığı, halk düşmanlığı var. “Komünistler devleti yıkacak” diye İslamcılara açılan ikbal kapılarından girenlerin güç ve iktidar savaşı var. Laikliğin ayaklar altına alınması ve ülkenin tarikatlara, cemaatlere teslim edilmesi, şeyhler, müritler ülkesi yapılması var.

İşte tam da bunun farkındalığıyla haftalardır Cemaat ve 15 Temmuz darbe girişimine dair tartışmalar televizyon ekranlarında ve gazete köşelerinde asıl bağlamından, yani dinselleşmeden koparılarak yapılıyor. Mesele ısrarla ya hala İslamcı olan Cemaat itirafçılarıyla ya da başka İslamcıların Cemaate yönelik eleştirileri üzerinden tartışılıyor. Hem bu programlarda hem de yandaş medyanın köşe başlarında, Cemaatin aslında dinsel bir yapılanma olmadığı, hatta seküler ve laik bir nitelik taşıdığı, dolayısıyla da 15 Temmuz’un seküler/laik bir darbe girişimi olarak görülmesi gerektiği gibi deli saçması ama halk üzerinde etkili olacağı varsayılan iddialar mütemadiyen dile getiriliyor.

Getiriliyor, çünkü bu tür kriz anları hakikatin bir anlığına da olsa geniş kitleler tarafından görülebilmesi potansiyelini bağırlarında taşırlar, krizler kimi zaman gözlerdeki perdenin inmesi için bir araç olabilir ve 15 Temmuz sonrası Türkiye, tam da böyle bir dönemden geçmektedir. Evet, bir yanda “demokrasi nöbeti” adı altında sokakta günler süren bir neo-31 Mart manzarası sergilenmiştir ama öte yanda ilk kez gericilikle darbecilik, gericilikle emperyalizm, gericilikle sömürü, gericilikle çürüme, gericilikle yozlaşma, gericilikle rant, gericilikle kadrolaşma, gericilikle istikrarsızlık, gericilikle çöküş arasındaki ilişkinin görülebilme olanağı, geçmişte hiç olmadığı kadar güçlenmiş, burası sol bir müdahaleye açık hale gelmiştir.

Fail gericilikse, tüm bu çöküş manzarasının gerisinde dinselleşme varsa, ülke bu hale laikliğin iğdiş edilmesiyle gelmişse, müdahalenin zemini de bellidir: Merkezinde laikliğin bulunduğu, hak ve adalet talebi temelli, toplumsal barış, eşitlik, liyakat vaat eden, Türkiye’yi yeniden kurma ve yönetme iddiasına sahip olan, yani kurucu bir nitelik taşıyan güçlü bir söylemi dillendiren ve bunu pratiğe döken bir siyaseti inşa edebilmek, var edebilmek, toplumla ve geniş kitlelerle buluşturabilmek.

Bildiğimiz anlamda Türkiye’nin sonuna 15 Temmuz gecesi kesin olarak geldik, buradan varacağımız yer ise henüz belli değil. İç savaş, bölünme, yeni darbe girişimleri, ekonomik krizler, politik krizler, uluslararası krizler, hepsi masada. Sol, bu çöküş halinin karşısına bir kuruculuk iddiasıyla, yeni bir ülke vaadiyle, yeni bir Cumhuriyet projesiyle çıkmak zorunda. Eğer bunu yapabilirse, hem kendisinin hem de memleketin makûs talihini değiştirmek için belki de ilk kez böyle büyük bir şans yakalamış olacak. Peki yapamazsa? Yapamazsa, bu hepimizin felaketi olacak.

Kaynak: Birgun.net