Zeus etrafındaki raflarda duran biblolardan birini alıp yere fırlatıyor ve Akdeniz’in bir yerinde bir genç savaşçı ölüyor! Yunan mitolojisinde insanın varoluşu işte bu kadar basit tasarlanıyordu. Böyle bir dünyada yapılması gereken tek şey tanrıyı kızdırmaktan olabildiğince kaçınmak, kaçınılamayan durumlarda da tanrının gönlünü edecek kurbanlar sunmak ve kadere razı olmaktı. İnsanlar 2500 yıl önce işte böyle şeylere inanıyordu, ne tuhaf değil mi?

Dünyayı açıklamak için bir tanrıya gerek olmadığını, hatta tanrının tarihi belirleyen gerçek çelişkileri görünmezleştirmek amacıyla geliştirilmiş bir ideolojik aygıt olduğunu anlamak için çok zaman geçmesi gerekti. Kapitalizmin yarattığı bireysel ve toplumsal bunalımların tartışılmasında çok büyük katkısı olan Varoluşçu felsefenin ortaya çıkıp insanın iradesi dışında yaşamak zorunda kaldığı dünyayı kendi eylemleriyle anlamlandırma gücüne sahip olduğunu söylemesi ise ancak 20. yüzyılda gerçekleşebildi.

İnsanın varoluşuna dair sorgulamaların gelişmesinde sinemanın da önemli bir rolü var. Bergman’ın, Angelopoulos’un, Tarkovsky’nin, Tarr’ın kamerayı kullanarak yapmaya çalıştığı şey tam da buydu: Raftaki biblolar olmadığımızı göstermek.

Sinemanın varoluş tartışmalarıyla ilişkisini bu ‘istisnai’ filozof sinemacılara indirgemek yanıltıcı olabilir tabii; konu oldukça sert ve şaibeli olduğu için varoluşçu sorgulamaların en iyi işlenebildiği alanlardan biri de polisiye ve gerilim olmuştur. İnsanın kendini ararken başka bir şeyi ya da başka bir şeyi ararken kendini bulduğu Kafkaesk filmlerden hemen aklıma gelenleri söyleyeyim: Roman Polanski’nin insanı ruhunun en derin noktasından titreten filmi The Tenant (1967); Yeşim Ustaoğlu’nun 1994 tarihli küçük başyapıtı İz; polisiye ve gerilimin en edebi versiyonlarını görebileceğiniz Naked Lunch (1991), eXistenZ (1999) ve Barton Fink (1991).

Hollywood merkezli küreselleşmenin dayattığı kültürel ortamda bu tür filmlere pek yer kalmadı. Şu an sinemalarda gösterilen filmler yine Zeus’un ya da kıskanç tanrıça Hera’nın oyuncak gibi oynadığı bibloların aşırı derecede kaderci öykülerini anlatıyor. Halka ahlak dersi veren Yunan tragedyalarının tüm yapısal unsurlarını barındıran bu öykülerde kahramanlar daima düzeni tanrıların beğeneceği şekilde yeniden inşa etmenin peşinde koşuyor.

Sizi şaşırtacak, derin düşüncelere dalmanızı sağlayacak, Gregor Samsa’nın bir sabah nasıl olup da dev bir hamamböceği olarak uyandığını anlamanızı sağlayacak filmsel anlatılar görmek için artık ya arşivlere dalacak ya da festival kovalayacaksınız. Bu yüzden Krzystof Kieslowski’nin bir genç kızın kendini arayışı üzerinden varoluşu sorguladığı filmi La double vie de Veronique/Veronique’nin Çifte Yaşamı’nın (1991) 25 yıl sonra gösterime girmesi çok büyük bir şans.

Gerçi Türkiye’de koca koca insanlar hala ‘kandırılmak’, ‘aldatılmak’ gibi kavramlara sığınarak “Biz sadece bibloyuz abi, valla billa bibloyuz!” diyor ama zaten bu filmleri izleyecek olan da onlar değil.

Kaynak: Birgun.net