Akıl sağlığını yitiren, ruhunu kaybeden, vicdanı biten bir ülkenin ortasında çırpınıp duruyormuşuz gibi geliyor bazen. Demokrasi önkoşuluyla, ‘değerlerine bağlı’ toplum yaratmak için yola çıkanların, bir Cumhuriyeti lağım çukuruna dönüştürdüklerini dehşetle izliyoruz.
• • •
Işıksız, sisli, bozuk bir yolda önümüze çıkanı görmeden ilerlemeye çalışıyoruz. Kontrolsüzce gelen kamyon giderek yakınlaşıyor. Zıvanadan çıkan bir düzen. Çukur... Bir kanalizasyon sistemi. Meğer ‘Yeni Türkiye’den’ kasıtları buymuş. ‘Mütedeyyin yaşam arzusu’ diye ısıttıkları şey; ‘kimin eli kimin cebinde’, ‘kör tuttuğunu öpüyor’ rejimiymiş.
• • •
Ne güzel! İçinde ensest, şiddet ve her türlü ahlaksızlık olan ama söz söylemeye çekinen, zorlanan, gizlemeye meyilli, konuşanın da her türden baskıya uğradığı büyük bir aile gibiyiz artık!
• • •
Çıta yükseldikçe yükselip her şey normalleşiyor. Doğuda ve batıda ölüm yokmuş gibi... 45 çocuğa tecavüz edilmemiş gibi... Ahlâksızlığı yapanın değil, ahlaksızlığı deşifre edenin, ondan rahatsızlık duyanın sorgulandığı, yargılandığı, cezalandırıldığı ‘cennet’ topraklar. Katliam sanıklarının serbest kaldığı, yerlerine slogan attıkları için cezaevine konmak istenen gencecik öğrencilerin iştahla kovalandığı kurtlar sofrası!
• • •


Açık konuşmak gerekirse, halkın haber alma özgürlüğüne uygun davranan ve buna sahip çıkmaya çalışan bir avuç gazete, bir avuç gazeteciyiz. Tecavüzlerin, katliamların, hırsızlıkların tavan yaptığı yerde, yazacağımız, ahlaksızlık kulesinin üzerine etiket olarak bırakabileceğimiz ne kaldı, bunu da sorguluyoruz.
Başka yerde yaptıklarımızın binde biriyle bin hükümet bitebilecekken, bizde yaprak kımıldamıyor.
• • •
Peki; bizler hangi haberle IŞİD’e giden silahların bir adım ilerisine geçebiliriz?
Cizre’de, Sur’da, Suruç’ta, Diyarbakır’da, Ankara’da parçalanan insan vücutlarının ötesinde neyin fotoğrafını çekebiliriz?
Diyanet’in baba-kız şehvet fetvasının ardından kimi neyle şaşırtabiliriz?
Ensar rezilliğinin üzerine, toplu sünnet töreni gibi, toplu tecavüz şöleni görüntüleri mi koyacağız?
Dahası yok; dipteyiz!
• • •
Ölümün önünde, ölü toprağına sarılmış yatan bir toplum. Bir kıskacın içinde ve çamur deryasında debelenip duruyoruz. ‘Bir kısım ahlaksızı’ yandaş diye tuttular, geri kalanı da rezilliğe alıştırıyorlar. Ölü toprağının altından kalkmaz, doğusuyla batısıyla, kuzeyiyle güneyiyle ortak bir vicdan olamazsak, ülkenin ellerimizden kayıp gittiğini, giderken de molozların üzerimize yıkıldığını seyredeceğiz.
• • •
Sanıldığından kalabalığız! İşte o kalabalıkla, mahkeme salonundaki genç öğrenci, Maraş’ta cihatçı kampına karşı direnen Alevi, Çağlayan’da yargılanan gazeteci, cezaevindeki öğretim görevlisi olabilmek son seçeneğimiz. “Bir şey olmalı artık” demek yerine “bi şey yapmalı” diye bağırmanın bu kadar önemli olduğu başka bir dönem daha olmamıştı. Bu da son demdir artık!

***

Diyarbakır’da bir tuhaflık var

Tahir Elçi anması için gittiğimiz Diyarbakır’da, Sur’a giremedik. Ne var ki hem Suriçi önünde hem de şehirde pek çok kişiyle bir araya gelip ilginç notlar tutabildik. Genel bir gözlem olarak, çatışmaların kaynağının iki taraflı olduğunu düşünenlerin sayısının bir hayli fazla olduğunu belirtelim. Diyarbakır’da söylenen ilk cümle şu: “Bu Saray’ın savaşıydı ama buna çanak tutuldu!”

Biraz daha detaya inildiğinde özellikle iki soru dikkat çekiciydi: “Çatışma merkezi olarak niye tarihi Sur seçildi?” ve “İş buraya gelmeden önce neden önlenmedi?”

HDP’nin yeterince çaba göstermediği ya da gösteremediği duyduklarımız arasındaydı. Elbette tuhaf tanıklıklarımız da oldu. Şehrin yanı başında bir yıkım yaşanırken, kahve, çay bahçesi ve dükkânlarda ironik bir şekilde Survivor seyredilmesi dikkatimizi çekti. Bu nedenle, “Aslında yaşam savaşı şehirde yaşanmıyor mu?” sorusunu sorduk. Karşılığında, “Ne yapalım, bakma içimiz kan ağlıyor da en iyi vakit bununla geçiyor” yanıtını aldık! Survivor meselesinin abartılacak ve derin bir mevzuu olmadığını böylece anladık.

İlginç anekdotlarımızdan birini ise kapalı Sur’un hemen girişinde karşılaştığımız bir amcayla yaşadık. Amcamız iki kelimede bizi dumura uğratmayı başardı. Evi yıkılan yaşlı adamın, en çok İnönü’ye ‘camileri ahıra çevirdiği iddiasıyla’ küfretmesi aklımızın bir tarafına derin bir sosyolojik bilmece olarak kazındı.

Ne var ki buna tezat bir biçimde Diyarbakır’da CHP antipatisinin azaldığını hatta kimilerinin Kılıçdaroğlu’na göz kırptığını gözlemledik. Üstelik bunu sormadan. Anlaşılan şu ki, CHP’nin bölge ziyaretleri ve vekillerin arabuluculuk çabaları meyvesini vermiş gibi. Diyarbakır’daki tuhaflığın özeti bu. Halk kendini yalnız ve kimsesiz hissediyor. Evine giremeyen, geleceğiyle ilgili en ufak planı olmayan binlerce insan var. Elini tutana muhtaç!

***

6 ay geçti, acıda ortağız

Ankara Katliamı 6. ayına giriyor. Bu nedenle 10 Ekim Barış ve Dayanışma Derneği bir program düzenliyor. Bugün ODTÜ’de 15:00’te başlayacak panelde hem acısı dinmeyen ailelerle bir araya gelme fırsatı yakalayacağız hem de ‘Katliamlar ve medyadaki karartma’ konusunda konuşmacı olacağız. Acıları beraber iyileştirmek isteyenlere ve ‘Asla unutamam’ diyenlere duyurulur.


Kaynak: Birgun.net