28 Eylül Çarşamba, Kocaeli’nde farklı bir üniversite açılışı, farklı bir ders, farklı bir topluluk, farklı öğrenciler vardı.

Keşke orada olsaydınız!

Üniversitelerden umudunu kesmiş anne babalar... Üniversite bu mu, öğretim üyesi bu mu diye hayal kırıklığına uğrayan öğrenciler... İşten, çalışma koşullarından bunalan, bizi de bir düşünen var mı diye soran emekçiler... O dava, bu katliam, derdest edip tutuklanan derken kırk yıllık kahvenin hatrını da tadını da alamayan komşular, kahve arkadaşları...

Hatta iyilik lafları ağızlarından, umursamazlıkla duyarsızlık paçalarından dökülenler... Hatta, şu ipliği pazara çıkmış dünyaya kafayı pek takmayıp şenliğini kaçırmama derdindekiler; tuzu kurular, eşeğini sağlam yere bağlamış olanlar, kim varsa...

Keşke orada olsaydınız...

Yalnız Kocaeli’nden değil birçok yerden gelen akademisyen, öğrenci, dostlarla dolu salon... Kimsede yılgınlık yok; herkes coşku ve kararlılık içinde... En coşkulu olanlar da öğrenciler.

Hocalar, “Geri Döneceğiz. Bu Şehri ve Öğrencilerimizi Terk Etmiyoruz” diyen bir pankartın önünde konuşuyorlar; öğrenciler arkada “HOCAMA DOKUNMA” diye pankart açıp “hep beraber direnmekten” söz ediyorlar.

Keşke orada olsaydınız...

Mağdur olup da bu kadar kazanan; istenmeyen olup da bu kadar sahip çıkılan; örselenmişken bu kadar dik duran üniversite hocalarını görme, dinleme fırsatınız olurdu.

Onlar, 1 Eylül’deki kararname ile Kocaeli Üniversitesinde işten çıkarılan 19 öğretim üyesi... Güya FETÖ’cülere yönelik diye bilinen KHK, “Bu suça sahip çıkmayacağız” diyerek akademisyenlerin barış bildirisini (BAK) imzalayan ve barış için olduğu gibi emek adına, demokrasi adına, eşitlik ve özgürlük adına mücadeleleriyle de bilinen 19 bilim insanı...”Fırsat bu fırsattır” diyen birilerinin narına yanmış insanlar...

Ama onlar, “Sen yanmasan, ben yanmasam nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” diyen geleneğin insanları. Kendi yangınlarını ışığa, aydınlığa, umuda, dayanışmaya çevirmeyi bilenler insanlar... Onları görüp, onları dinleseydiniz, bir yandan içininiz acır ama öte yandan bilime, özgürlüğe, eşitliğe inanmanın ne demeye geldiğini görür; dayanışma neymiş öğrenir; herkes için umudun ancak böyle insanlar ve bu değerlerle yeşereceğini bir kez daha ikna olurdunuz. Hüzünlü de olsa, bir gülümseme ile ayrılırdınız oradan.

Keşke orada olsaydınız...

Bu ülkede binlerce imza kampanyasından biriydi BAK bildirisi... Açılışta konuşan Adem Yeşilyurt, bu nedenle, kampanyadan pek yarar beklemeyerek imzaladığından söylüyor ama sonra da “barış istemenin yakınlarına da bulaştığından” ve “kazanılması gereken bir dünyadan” söz etmekte...

Haklı da... Unutulmuş, bir yararı olmamış bir bildiri ve imza kampanyası değil, gereksiz ve haksız tepkilerle karşılaştıkça büyüyen ve Türkiye’deki demokrasi tarihinde artık bir yeri olan bir imza kampanyası söz konusu.

Gül Köksal, “Üzerimizde artık çok daha büyük bir sorumluluk olduğunun bilinciyle şikayet etmek yerine, bir bilim insanının toplumsal sorumluluğunu yerine getirmenin derdine düştük “demekte.

Keşke orada olsaydınız...

Keşke, “Hepimiz atılmaya mahkumuz, hepimiz düşünen insanlarız” diyerek dayanışma akademisini bir başlangıç olarak gören, devamını dileyen İzzettin Önder’in dersini dinleseydiniz...

Mehmet Ruhi Demiray’ın, “Hanna Arendt’en yola çıkarak, yaratılan sahte gerçekleri kanıksayıp duyarsızlaşmaktan, bunun da kötülükle eş anlama gelmesinden” söz etmesini duysaydınız; “Ancak gerçek ve doğru bulunan şeyler için mücadele edildiğinde kötülüğün sıradanlığında kurtulabiliriz” demesiyle bir an için de olsa durup düşünseydiniz...

Derya Keskin’in, “Üniversitedeki koltuklarımız, masalarımız, maaşlarımız olmasa da doğru bildiğimizi söylemeye, yapmaya, eşitlik özgürlük ve adaletten yana bilim üretmeye devam edeceğiz… Bu mücadele bizimle bitmeyecek” sözleriyle heyecanlansaydınız...

Ümit Biçer, “Sağlığı fiziksel, ruhsal, sosyal bir iyilik hali olarak tanımlıyorsak bu iyilik halinin olmazsa olmazları da savaşsız, çatışmasız ve silahsız bir dünya” diye sözlerine başlayıp, Arjantin’deki Plaza de Mayo annelerince söylenen “Kaybedilen tek bir mücadele vardır o da vazgeçilen mücadelelerdir. Biz vazgeçmeyeceğiz” diye bitirdiğinde yüreğinizde bir kıpırtı hissetseydiniz...

Veli Deniz’in, “Eğer gelecekte birkaç ölümü engelleyebilir, barışın sağlanmasına şu kadarcık bir katkımız olursa çektiğimiz eziyetler vız gelir tırıs gider. Hepsi helal olsun” deyişiyle “vay be” deseydiniz...

Keşke orada olsaydınız...

Daha çok konuşan oldu; başka üniversitelerden, yurt dışından gelenler; sendikaların, meslek odalarının temsilcileri...

Anlaşıldı ki, “barışın akademisyenleri”, aynı zamanda demokrasinin akademisyenleri, emeğin akademisyenleri, eşitlik ve özgürlüğün akademisyenleri, umudun akademisyenleridir. Yanlarında durmak gerekir.

Eminim, en hoşunuza giden öğrenciler adına Esra Çaylak’ın konuşması olurdu.

“Bizim hocalarımız; gözümüzü her gün yeni katliamlara açtığımız bir dönemde memleketin en acil taleplerini haykıranlardır. Bombaları ve silahları konuşturanların karşısında kalemleriyle başları dik bir şekilde duranlardır.

Bizim hocalarımız; bilimi, halk yararına kullananlar, Dilovası halkının sağlığını düşünenler, kentlerini-doğalarını savunan mimarlar mühendisler, kamusal alanda cinsiyet eşitliği mücadelesi verenler, bilgi üretmek ve paylaşmak için ne maaşa ne de binalara ihtiyacı olmadığını söyleyenlerdir.

Onların öğrencileri, bizler; aklı, bilimi, barışı, demokrasiyi düstur edinenleriz. Üniversitelerin direnişlerle dolu tarihini ve biat etmemiş kimliğini bilenleriz.

‘Geri geleceğiz, dönüşümüz muhteşem olacak’ dedi hocalarımız. Onlar gelecekler, biliyoruz. Hocalarımız geri dönünceye, demokratik bir üniversite kuruncaya kadar mücadele edeceğiz.”

Keşke orada olsaydınız. Pişman olmazdınız!

Kaynak: Birgun.net