ONUR EREM / [email protected]
@onurerem

Avusturya, pazar günü tarihinin en sıra dışı cumhurbaşkanlığı seçimlerine tanıklık etti. 2. Dünya Savaşı dönemindeki Naziler’den bu yana ilk defa bir aşırı sağcı, Norbert Hofer, cumhurbaşkanlığına çok yaklaştı. Ülkedeki aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi’nin (FPÖ) tüzüğünü yazan isimlerden olan Hofer, partisinin 2013 yılındaki genel seçimde aldığı yüzde 20’lik oyu cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda yüzde 35’e, ikinci turunda ise yüzde 49.7’ye çıkardı. Seçimin bir diğer özelliği de ülke tarihinde ilk defa Yeşiller Partisi’nin desteklediği bir adayın, Alexander Van der Bellen’in cumhurbaşkanı seçilmesi oldu. Son genel seçimde yüzde 10 oy alan Yeşiller partisinin desteklediği Bellen, ilk turda yüzde 20, ikinci turda ise yüzde 50.3 oy aldı.

Avusturya’da aşırı sağ tehlikesi ve Yeşiller’in başarısını, Avusturya Parlamentosu’ndaki Yeşiller Milletvekili Berîvan Aslan’la konuştuk:

Avusturya Özgürlük Partisi’ni nasıl tanımlarsınız? Aşırı sağcı mı, faşist mi?

Faşizm tekçi ilkeler taşıyan, tek bayrak, tek ırk, tek din ideolojisine ve totaliter bir sistem anlayışına sahiptir. Şu anda böyle bir siyasi sistem olmadığı için aşırı sağcı ve aşırı milliyetçi demek daha doğru. FPÖ şu an küresel krizden yararlanarak büyüyen bir parti. Kendisini küresel krizin mağduru olarak gösterip kendi siyasetine karşı olanları günah keçisi olarak damgalıyor. FPÖ popülist siyasetiyle kendisini bu küresel krizin kurtarıcısı olarak gösterip kışkırtma politikasıyla küresel krizin nedenlerini fazla sorgulamayan seçmenleri kendisine çekiyor.

Günah keçisi yaratmak elbette faşizmin de bir ilkesidir. Bunu açık bir şekilde yapmasa da bu ilkleri farklı bir şekilde seçmenlerin kafalarında yaygınlaştırıyor.

Aşırı sağın bu noktaya gelmesini yalnızca ekonomik krizle veya sığınmacılarla açıklamak mümkün mü?

IŞİD’in saldırılarıyla birlikte Avrupa’da korkunç bir İslamofobi gelişti. Avrupa’da her zaman böyle bir sağ taban vardı fakat önceden bu kadar güçlü değildi. IŞİD ve yükselen İslamofobinin etkisiyle insanlar da aşırı uçlara gitmeye başladı.

IŞİD’in korkutma siyasetinden dolayı yükselen sağ, sığınmacı kriziyle birlikte yabancı düşmanlığına dönüştü ve bir varoluş kavgası başladı. “Yabancılar gelecek, bizim işlerimizi elimizden alacaklar, yaşam kalitemizi düşürecekler, evlerimizi elimizden alacaklar” şeklinde korkular oluştu ve sağ partiler de bu korkuyu kullandı. Güçsüz olan sağ taban da güçlenmeye başladı.

Bu sağ siyasetin başarısında Türkiye’nin de etkisi yadsınamaz. AKP hükümetinin politikası da bu sağ argümanları güçlendirdi ve yükselmesine sebep oldu. Dahası, Avrupa’da yaşayan AKP sempatizanları, Recep Tayyip Erdoğan’ı eleştiren partilere, siyasilere, gazetecilere ve entelektüellere savaş açtı, kışkırtma politikası izledi. Bu tutum da Avusturya’daki sağcıların ekmeğine yağ sürdü. Sağcılar “İşte bakın biz size söyledik, bu Müslümanlar hiçbir zaman entegre olmayacak, bizim Avrupa değerlerimize saygı duymayacak ve buraya uyum sağlamayacak” söylemiyle kendilerini haklı göstermeye çalıştı.

Bugüne kadar merkez sağa oy vermiş kitlelerin de bir kısmı ikinci turda aşırı sağa oy verdi. Bu durum, aşırı sağın oy tabanını gelecekteki seçimlerde büyütebilir mi?

Avusturya’da hem hükümetteki partilerin (merkez sağ Halk Partisi ve Sosyal Demokrat Parti) hem de diğer partilerin gelecek genel seçime dair kaygıları var. Siyasetin dengeleri bozuldu ve her parti kitleleri tekrardan kazanmak için seferber olmuş durumda.

Aşırı sağ tehlikesini bir kenara bırakacak olursak, Avusturya tarihinde ilk defa Yeşiller’in cumhurbaşkanı adayı seçimi kazandı. Bunun ülkenize nasıl etkileri olmasını bekliyorsunuz?

Önümüzdeki altı yıl boyunca ülkede sağcı bir cumhurbaşkanı olmasının önüne geçtik. Bu ilk etapta tüm solculara derin bir nefes aldırdı. Çünkü önümüzdeki altı yıl boyunca da sığınmacı krizi, ekonomik kriz ve küreselleşen dünyanın sorunları ülkenin gündemi olmaya devam edecek.

Alexander Van der Bellen’in seçilmesiyle birlikte Avusturya demokrasi ve insan hakları ilkelerinde bir tıkanma yaşamayacaktır. Bu sadece Avusturya’nın yararına değil, diğer ülkeler için de demokratik ve barışçıl koşullar yaratmaya yardımcı olacaktır.

Bu seçimin önemine dair başka neler söylemek istersiniz?

Avusturya’daki AKP sempatizanları ve seçmenlerinin neredeyse tamamı Van der Bellen’e oy vermemeyi tercih etti. “Bizim cumhurbaşkanımızı, Erdoğan’ı eleştiriyorlar” diye, ya da Yeşiller’in Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi politikasını eleştirmesi nedeniyle Bellen’e oy vermedi.

Bu anlayış insanları demokrasiden uzak tutuyor, insanların bulundukları ülkeye entegre olma şansını elinden alıyor. Oy hakkını kullanmamak kendi yaşam kaliteni ve geleceğini başkalarının eline vermek demektir. Bu büyük bir tehlike ve sorun.

Neticede Avusturya’da Yeşiller ve Sosyal Demokrat Parti dışında Türkiyeli göçmenlerin haklarını savunan ve onların için siyaset yapan pek fazla parti yok. Sağcılar iktidara gelseydi ve başörtüsü yasağı uygulasaydı onları siyasi alanda kim savunacaktı? Yine Yeşiller ya da Sosyal Demokrat Parti olacaktı. Fakat bu kitle şu anda her iki partiye de düşmanca yaklaşıyor. Kendilerini buradaki siyasi ve sosyal hayattan izole etmeleri onlara sadece zarar veriyor. Buna benzer yanlış politikalar sağcıların ve yabancı düşmanlığının yükselmesine katkı veriyor.

TÜRKİYE'YE SİLAH AMBARGOSU

Türkiye siyasetini de yakından takip ediyorsunuz. Başkanlık rejimi tartışmaları, Erdoğan’ın yönetim tarzı ve HDP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılması gibi güncel konular hakkındaki yorumlarınız nedir?

AKP hükümeti barış sürecinde köprü fonksiyonu gören ve hatta barış sürecinin tek legal muhatabı olan HDP’yi kriminalize ediyor ve bu tutumuyla ülkedeki demokrasiyi yoğun bakıma kaldırdı. Bu demokrasi anlayışı akıldışıdır ve sistemdeki sorunları çözümsüzlüğe itecektir.

Hangi parti olursa olsun, halk tarafından seçilmiş hiçbir siyasetçinin siyaset alanı daraltılmalı ve siyaset yapma hakkı elinden alınmamalıdır. Elbette yolsuzluk yapan, tecavüz eden veya buna benzer ağır suçlar işleyen siyasiler yargılanmalı ama sadece hükümetin duymak, işitmek ve görmek istemediği için bir siyasetçinin yargılanması, o ülkede demokrasinin bittiğinin göstergesidir. Bu darbe sadece HDP’ye değil, halkın iradesine de yapılmış bir darbedir. Dokunulmazlık meselesi yalnızca Türkiye’nin iç meselesi değildir, aynı zamanda bir demokrasi ve insan hakları meselesidir.

Elbette biz de buna karşı sessiz kalmadık. Avusturya Parlamentosu’nda 19 Mayıs’ta hükümet partilerinin genel başkanlarının da imzaladığı bir kararname çıkardık ve Türkiye’de dokunulmazlıkların kaldırılmasına karşı olduğumuzu, barış sürecine geri dönülmesi gerektiğini ifade ettik. Bir devlet olarak yapılanlara tepki koyduk.

Bunun dışında Türkiye bir AB adayı olarak Avrupa’nın demokrasi ilkelerine uymalı ve saygı duymalı. AB Suriye’de yapılan hayatı tekrarlamamalı. Suriye’de IŞİD gibi insanlık tarihine koca bir leke olarak geçecek örgütün yaptıkları izlendi. İnsanlar öldü, kadınlar tecavüze uğradı, koca bir nesil silindi ya da travmalara boğuldu. Bir başka ülkenin iç çatışmaları bizi ilgilendirmez desek bile bu çatışmalar kontrolden çıkıp savaşa dönüşecek ve günü geldiğinde biz istemesek de savaş bizimle ilgilenecek! AB Suriye’deki iç meselelere dair doğru hamleler yapmış olsaydı bugün binlerce insan kendi yurdunda kalacaktı, ölmeyecekti, tecavüze uğramayacaktı.

Biz de Avusturya’da Türkiye’nin “iç meselesi” gibi görünen bu sürece sessiz kalmak istemedik ve kararname çıktıktan sonra 25 Mayıs’ta bir basın toplantısı yaptık. Toplantıda benimle birlikte Avusturya Halk Partisi Başkanı Reinhold Lopatka, Sosyal Demokrat Parti Başkanı Andreas Schieder, Yeşiller’in ünlü milletvekili Peter Pilz vardı. Kamuoyu yaratıp Türkiye’ye yönelik kaygılarımızı dile getirdik. Pilz, Türkiye’ye silah ambargosu uygulanmasını ve AB ile müzakereler için barış sürecinin şart koşulmasını talep etti. Böyle bir siyasi skandala sessiz kalmak kendi demokrasi ilkelerimize ve siyasi ahlakımıza ters düşmemiz anlamına gelecekti, bu yüzden susamazdık!

Kaynak: Birgun.net