PEPE ESCOBAR*

Başarısız bir Calais keşmekeşini temizleme girişiminden tutun Yunanistan-Makedonya sınırındaki dehşete düşüren olaylara kadar, Avrupa Birliği mülteci krizinin yükü altında çatırdamaya başladı. Brüksel’in absürd AB bürokratları bile bunu kabul ediyor (tabii ki resmi olarak değil, çünkü AB resmi olarak her zaman efsanevi bir birlik imajı vermek zorundadır): “Uçurumun kenarındayız”. Bu kadar çok sayıda mültecinin doğru düzgün asimile edilememesinden dolayı tüm AB boyunca ve Rus entellektüel elitleri arasında konuşulan tek senaryo Batı medeniyetinin eli kulağında olan çöküşü. Rusya bu durumu kaygıyla oldukça dikkatli inceleniyor çünkü mülteci krizi Rusya’nın batı sınırlarından çok da uzakta yaşanmıyor ve Kremlin’in öteden beri ‘partnerlerimiz’ olarak adlandırdığı ülkeleri içeriyor.

Peki ya Avrupa’nın bu yavaş çöküşü bir Mad Max distopyası gibi değilse ve çöküşün asıl sebebi Batı’nın sebep olduğu savaşlar yüzünden göç etmek zorunda kalan Müslümanların akın akın Avrupa’ya gelmesi ise?

Avrupa kalesine dikkat

Almanya başbakanı Angela Merkel’in hükümetinin büyük risk alarak sözde “insani” bir mülteci politikası izlemeye başlamasının üstünden altı ay geçti. Bu politikaya, Libya’nın işgali ve yıkımında izlenen politikaların daha uygar bir yüzü olduğunu söyleyebiliriz.

Altı ay sonra, Balkan Yolu boyunca mahsur kalmış mülteci akınlarıyla karşı karşıya. Bunu ise mültecileri saran/hapseden sıkı sınır kontrolleri, sosyal hakların ortadan kaybolması, ürkütücü duvarlar ve dikenli teller ile Schengen anlaşmalarının fiilen bitirilmesi izledi. Merkel hamlesi bitmişti; Avrupa Kalesi intikam için geri dönmüştü.

Çatırdamakta olan efsanelerin sesini duyabiliyor musunuz? Size bir kaç tane göstereyim: “Avrupa dayanışması” düşüncesi; eşitlik ve kardeşlikten bahsetmiyorum bile. AB üyelerinin mültecilerin akla uygun sayıda, uyumlu, orantılı bir bölüşümünü kabul edeceği düşüncesi. Avrupa’nın savaş bölgelerinden kaçan insanları reddetmeyeceği, sınır dışı etmeyeceği ya da iade etmeyeceği düşüncesi. Türkiye’nin AB’yi mülteci krizinden koruyabileceği düşüncesi.

Balkan Yolu şimdi mühürlenmiş durumda. Bu sırada Ankara ise Türkiye-Suriye sınırı boyunca duvar çekmekle meşgul. Mülteci akışını kontrol altına almak istediğinden değil (ne de olsa Ankara yolu cihatçılara açık tutmak zorunda), bir propaganda hamlesi olarak.

Almanya’nın insani mülteci politikası param parça oldu; iki hafta önce başbakan Merkel Avrupa-Türkiye yaklaşımını mı izlemesi gerektiğine ya da Yunanistan-Makedonya sınırını tamamen kapatması gerektiğine karar veremiyordu.

Bu da bizi sorunun kaynağına götürüyor; tabi ki Türkiye.

Muhafazakar Alman politikacılarının büyük bir kısmı Merkel’in Almanya sınırını mültecilere tamamen kapatmasını istiyor, bu sırada Merkel “Avrupalı partnerlerden” ve en çok da Ankara’dan hiç gelmeyecek bir yardıma inancını sürdürüyordu. İşte bu Türkiye’nin Sultanı Erdoğan’ın tam da Merkel’in bulunmasını istediğini konum: Merkel yalvaran, ricacı taraf olacak; Avrupa’nın bir numaralı ekonomik gücünün lideri değil.

Ankara’nın güç gösterisi

Bütün mülteci krizinin anahtar efsanelerinden biri ise Erdoğan’ın AKP hükümetinin krizi kontrol etmek için elinden geleni yaptığı. Saçmalık daniskası. 2015’te krizin kendisini yaratan yine Türkiye’deki kamplardan mültecileri artık sizinle ilgilenmeyeceğiz tehdidiyle bırakan Ankara’ydı. Mülteci seli Suriyeliler, Iraklıların ve Afganların bir anda AB’y kaçmaya karar vermesiyle kendiliğinden oluşmamıştı; direk olarak Ankara tarafından fitili ateşlenmişti. Zaten Erdoğan en baştan beri büyük ödül için kafa patlatıyordu; AB’yi, özellikle Merkel’i, ayartarak en az 3 milyon euro ödemesini sağlamak. Böylece mültecilerin büyük kısmı Türkiye topraklarında kalacaktı hem de kendisinin neo-Osmanlı bölgelerinden birinde; Suriye içerisinde inşa edilecek «güvenli bölgede».

Ankara’nın planına işaret eden kanıtlardan biri Türkiye’nin, mültecilerin teknelerle Yunan adalarına ulaşmak için çıktıkları yolculuğun başlangıç noktası olan Akdeniz kıyısındaki karakolların sayısını artırmamış olması. Ankara için öncelikli olan Türkiye-Suriye sınırını kapatmaktı. Buna tam anlamıyla kapatmak diyemeyiz, çünkü bazı «ılımlı muhaliflerin» de güvenli bir şekilde sınırdan geçebilmesi gerekiyor.

Varşova merkezli bir Avrupa sınır kontrolü kuruluşu olan Frontex, Türkiye-AB arasında mülteciler üstünden güç gösterisinin devam edeceğine emin. Diplomatik olarak, Frontex’in direktörü Fabrice Leggeri Türkiye’nin mülteci kaçakçılarının işini zorlaştırması gerektiğini ileri sürüyor. Ancak bu hiç bir zaman gerçekleşmeyecek. Almanya ve AB’nin tümü ise Ankara’nın siyasi manevralarının tutsakları olmaya devam edecek.

Kasım 2015’te AB-Türkiye zirvesi gerçekleşmişti. Erdoğan zirvede Ege kıyısındaki güvenliklerin artırılacağı ve insan kaçakçılarına daha fazla operasyon gerçekleştirileceği sözünü vermişti. İş işten geçti. Türkiye’nin Ege kıyısı 2800 kilometre uzunluğunda. Ankara’nın tüm kıyıyı denetleyecek yeterince kaynağı bulunmuyor. Yani insan kaçakçılığı dur durak bilmeden hala devam ediyor. Kaçakçılığın ucu Türk polisine ve AKP ile ilişkisi olan politikacılara kadar dayanıyor çünkü her bir mülteci grubunu sınırdan geçirip denize yollamak için 3 bin avro harcamak yeterli oluyor.

Buna paralel olarak Ankara Güneydoğu Anadolu’da PKK’li Kürtlerle savaşıyor. Türkiye’nin birinci önceliği bu, ne insan kaçakçılarıyla mücadele etmek ne de IŞİD/İslam Devleti/DAEŞ ile savaşmak. Türkiye Başbakanı Ahmet Davutoğlu Berlin’i geçen yıl gerçekleştirdiği ziyaretinde daha açık olamazdı: Erdoğan/Davutoğlu ikilisinin A planı PKK’li Kürtleri yok etmek. Ortada bir B planı yok.

Kaosu yarat, sonra alkışla

Brüksel’de hiç kimse bunu yapmayacak. Merkel Erdoğan’la görüşüp onu sert bir şekilde uyarak tek AB lideri olacak. Olay sadece Ankara’dan mülteci sayısını düşürmeyi nazikçe istemekle alakalı. Ona bunu emretmek gerekiyor; en başta geçen yıl neden kitleler halinde Avrupa’ya geçişlerini sağladığını sormak , ve gelecekteli herhangi bir kurtarmak paketinden alı koymak gerekiyor, buna Suriye bölgesi içinde inşa edilecek mülteci kampları da dahil.

Avrupa için varoluşsal bir krize dönen mülteci krizinin en keskin gerçeği Ankara’nın bu krizi pazarlık kozu olarak kullanarak resmen haraç kesmeye çalışması. Erdoğan AB parasının akışını istiyor; ve Türkiye’nin AB üyeliği görüşmelerini göz önünde bulundurursak bundan da bir çok taviz verilmesini istiyor.

Bu sırada karşımızda üstüne düşünüşmüş, karar kılınmış bir AB mülteci politikası göremiyor. İnsani endişeler ile caydırıcılık, yardımseverlik ile gerçek politika arasında denge kuracak tek bir yasa bile göremiyoruz. Hiçbir AB ülkesi NATO’nun savaşlarının tüm bu krizi yarattığı gerçeğiyle yüzleşmeyecek, sorumluluk almayacak. Mültecilerin büyük bir kısmını NATO’nun yok ettiği Libya üstünden kıtayı terk eden Suriyeliler, Afganlar ve Afrikalılar oluşturuyor.

Anketler artık AB vatandaşlarının büyük bir kısmının ülkelerine daha fazla mülteci kabul etmek istemediklerini gösteriyor. Belçikalı yazar Jean Bricmont’un da dediği gibi: Mülteciler konusunda fikirleri sorulmayan ve sürekli olarak ‘para olmadığı’ için özveri de bulunmaları istenen AB vatandaşlarının bu ahlaki söylemi artık kabul etmemeleri anlaşılabilir bir şey.

Bricmont Avrupa’da noktaları birleştirebilen az sayıda kişiden biri: Sonu gelmez savaşlara ve doğal olarak sürekli mülteci akışına sebep olan ‘insani’ müdahaleleri ve yurt dışındaki silahlı isyanlara ‘desteği’ teşvik eden aynı kişiler, şimdi de ülkelerindeki insanların ‘mültecileri kabul etmesini’ talep ediyor. Önce orada kaosu yaratıp, şimdi burada alkışlıyorlar.

Ne de olda kaos İmparatorluğunun mantığı kısaca böyle işliyor.

*Brezilyalı gazeteci-yazar, Ortadoğu analisti

Çeviri: Anıl Ersoy
Kaynak: bit.ly/21JjZ51

Kaynak: Birgun.net