DOĞUŞ SARPKAYA

Ercan Kesal son zamanların en üretken sanatçılarımızdan biri. Senaryo, gazete yazısı, roman yazıyor, filmlerde oyunculuk yapıyor. Ama her daim yaptığı işlerde “amatör hevesli” heyecanını hissediyorsunuz Kesal’ın. Özellikle hem çok çalışıldığı belli olan hem de derdi olan yazılarında bu heyecana rastlamamak mümkün değil. Ercan Kesal ile yazılarından oluşan son derleme kitabı Cin Aynası’nı konuştuk.

» Son dört yılda dört kitap… Yaratıcılığının canlandığı bir dönem mi yoksa bu işleri yapmasam çıldıracaktım hissi mi daha baskın bu üreticilikte?
Her şeyin bir zamanı var, belki ondandır. Hiçbir şey vaktinden önce olmuyor. Olsun diye zorlarsanız da tadını alamıyorsunuz, boğazınıza tıkanıyor. Çocukluğum, ilk gençliğim Orta Anadolu’da küçük bir kasabada geçti. Büyüdüm, doktor oldum, yıllarca kasabama benzeyen coğrafyalarda, bozkırın ortasındaki köylerde hekimlik yaptım. Son yirmi yıldır da İstanbul’dayım. Çalıştığım yer Okmeydanı’nda bir hastane. Buraların da Kırıkkale’den, Sivas’tan, Giresun’dan bir farkı yok. İstanbul, ne yazık ki etrafına yeni Anadolu kentlerinin konuşlandığı büyükçe bir köy artık. Bunu yakınmak için söylemiyorum. Tüm bunların hâlâ devam ettiğini düşündüğüm ‘iç göç’ün doğal ve sağlıksız bir tezahürü olduğunu biliyorum. Ama, benim gibi ömrü hikâye toplamakla, hikâye dinlemekle, hikâyeler yaşamakla geçen birisi için buralara ‘cennet’ bile denebilir. Biriken tüm hikâyeler de şimdi, yavaş yavaş dökülüyor galiba...

» Peri Gazozu da Cin Aynası da derleme kitaplar. Kitapları okurken hangi edebi türe sokacağım konusunda zorlandım. Sen yazdıklarını nasıl tanımlıyorsun?
Peri Gazozu 2013’te yayımlandı ve beklediğimizin çok üzerinde ilgi gördü. O günlerde Peri Gazozu ile ilgili bir yazıda, bir okurun beni tarif ederken kullandığı , "Ercan Kesal bizim Eduardo Galeano’muzdur" cümlesine rastlamıştım. Merak ettim, kimdir bu Galeano diye. İşin tuhafı, eni konu kitap kurdu denebilecek bir adam olmama rağmen o güne kadar Galeano’nun hiçbir kitabını da okumamıştım. (Yalnızca; Latin Amerika’nın Kesik Damarlarını, yüzeysel ve epey önceleri.) Bir kenara yazmıştım o günlerde Galeano adını.

Gittim, Türkçede yayımlanmış tüm kitaplarını aldım ve hepsini de okudum. Hayatımda hiç karşılaşmadığım ve daha önce hiç okumadığım bir adamla çok benzer üslupta yazılar yazıyormuşum meğer.

Bunu şunun için anlattım: Evet, haklısın, Peri Gazozu için de, bir edebi türe sokamama sıkıntısı yaşanmıştı. (S. Gümüş, yazdıklarım için ‘öyküsel deneme’ demişti galiba.) Bu isimlendirme konusunda da yine Galeano’dan ilham alalım istersen. Onun yazdıkları ‘anlatı’ olarak tanımlanıyor. Benim gibi, okuyucularının okumalarını değil, seyretmelerini isteyen birisi de hikâyelerini yazmaktan daha çok anlatmak ister. Bu yüzden benimkilere de ‘anlatı’ diyebilirsin.
Bir de, bu ‘tür’ meselesinin çok da önemli olmadığını düşünüyorum. Tüm edebi metinler, tür olarak sürekli birbirleriyle alışveriş halindedirler. Aynı metnin içerisinde hem senaryo, hem roman, hem de şiir tekniklerini kullandığım çok oluyor. Bunu keşke daha çok ve daha zengin bir biçimde yapabilsem.

» Cin Aynası bölümlenirken belli bir sistematik geliştirilmiş sanki…
Editörüm Tanıl Bora’nın önerisidir. Yazıları sıralayan, hizaya sokan da odur. Bölüm araları için, sinemada kurgu yaparken sahneler arasındaki geçişi kolaylaştırıcı yönteme benzer bir tarzda, sunuş yazıları isteyen de odur. Sağolsun, her zamanki feraseti ve yol göstericiliğiyle böyle bir yöntem önerdi. Bu haliyle daha iyi oldu zannederim.

'Vicdan insanın belleğidir'
» Kitabın ilk bölümünü okurken şöyle bir ikileme düştüm. Son dönemde solculuğun sadece vicdan üzerinden yapılandırılmasına ciddi itirazlar gelmişti çünkü. Vicdan kavramı yazdıklarının neresinde duruyor?
Bir başka örnekten yola çıkarak cevap vereceğim bu soruya. Nostalji kelimesinin anlamı konusunda hemen herkesin bir ön kabulü vardır. Nedir nostalji, ‘geçmişe, sılaya duyulan sevgi ve özlemdir.’ Üzerinde hemen herkesin mutabık olduğu bu kavramın içini çok daha farklı bir anlamla dolduran Tarkovski, Nostalji isimli bir film de çekmiştir. Tarkovski, nostalji için, ‘geçmişe duyulan özlem’ değildir diyor. Ona göre nostalji; ‘geçmişte yapabileceğimiz halde yapamadıklarımız yüzünden içimizden çıkmayan keder ve suçluluk duygusudur.’ Vicdan kelimesi de bizde basit bir tanımla geçiştiriliyor. İyi kalpli olmak ya da yardımsever olmak gibi. Ben vicdan kelimesini ‘litoost’ kelimesine benzetiyorum. Litoost kelimesinin içinde birçok şey var. Acı, keder, coşku, umut, üzüntü, kıskançlık, pişmanlık vs... Onat Kutlar ‘litoost’ için "derin bir iç çekiş" der. Vicdan insanın belleğidir. Belleğin evidir. Daha doğrusu, iyisiyle kötüsüyle her şeyin biriktiği yerdir. Sadece iyilikle ilgili duygular yoktur vicdanımızda, kötülük yapma eğilimimiz de mevcuttur. Bellek unutmanın panzehiridir, vicdan da unutmayı engeller Asıl vicdansızlık ise unutmaktır!

» Türkiye’nin son elli yılını düşündüğümüzde birçok acıyla karşılaşıyoruz. Egemenlerin bu yaşananları halı altına süpürme refleksi gösterdiklerini de biliyoruz. Kitabında ismini andıklarını -Hrant, Veysel Güney, Metin Göktepe, Sivas’93’te kaybettiklerimiz ve daha niceleri- toplumsal unutuşa teslim etmek istemediğini hissettim…
Buna yine Tarkovski’nin çok sevdiğim bir paragrafıyla cevap vereyim: "İçinde yaşadığımız zaman ruhlarımıza zaman içinde kazanılmış deneyimler olarak yerleşiyor. Bu yüzden zaman, arkasında hiçbir iz bırakmadan kaybolmuyor, içimizde duruyor. Biz onu bilincin yardımıyla geri döndürüyoruz. Ahlaksal olarak neden ve sonuç sorularını sorarak, onlarla sürekli yer değiştirerek bir bağ kuruyoruz. Böylece insan ister istemez geçmişine geri dönüyor.’’

'Yazıyı senaryo gibi düşünüyorum'
» Cin Aynası’nda “…iyi yazının kısa cümlelerle, samimi ve yalın bir üslupla ve sahici bir dille kurulduğuna inanırım” diyorsun. Bu nitelikli edebiyatın sırrı olabilir mi? Ya da bu çerçeveyle sınırlayabilir miyiz nitelikli edebiyatı?
Çocukluktan kurtulup, ergenliğe, oradan da yetişkinliğe koştuğumuz, yani akıl baliğ olduğumuz günden itibaren başlayan bir derdi vardır insanlığın: Hayatın anlamı nedir ve ben kimim? Bunun yanı sıra da tabii ki; nasıl yaşamalıyım, ne yapmalıyım, nasıl bir insan olmalıyım? Alınan ve vazgeçilen kararlar, beklenmedik yenilgiler ya da umulmadık zaferler(!), yıkıcı yanılgılar ve bitmeyen umutlarla geçen yılların sonunda elinizde kalan babanızın belki de yıllar önce nasihat ettiği 2-3 cümle, o kadar: Yetim hakkı yeme, mazlumun yanında dur, eline beline diline sahip ol, çalış çabala, namuslu yaşa.
İnsan yaşadığı yere benzer ve nasıl yaşarsa öyle de üretir. Neyse, ne düşünüyorsa, ne görüyor, nasıl bakıyorsa, öyle de yazar. Anladım ki bütün bir evreni bir kum tanesinden bile görebilirmişiz.

Yazdıklarım da ömrümü geçirmek istediğim bir üslupta olmalı, sade, süssüz, açık ve samimi. Nitelikli edebiyat da galiba nitelikli hayat gibi bir şey!

» Yazılarında sahne sahne ilerlediğini hissediyorum. Okuyucuya da alan bırakan bir tarz sanki bu. Yazılarını kurgularken nelere dikkat ediyorsun?
Tam da senin fark ettiğin gibi yapmaya çalışıyorum. Bir ‘senaryo’ gibi düşünüyorum yazıyı. Bazı boşlukları okuyucuya (seyirciye!) bırakıyorum doldurması için. Okuyucumu karşıma almış, yüksekçe bir yerden ona süslü laflar söylemek yerine onun elinden tutup, kameranın (kalemin!) gösterdiği yerleri birlikte gezmek istiyorum. Bu yüzden yazılarımın okura gönderilmeden önce başından geçenler, bir filmin kurgu masasında başından geçenlerle aynı. Kesiyorum, biçiyorum, atıyorum, azaltıyorum, yerlerini değiştiriyorum, bazı yerleri muallakta bırakıyorum ve mutlaka sıkı bir finalle bitsin istiyorum.

'Che herkesin ortak vicdanı'
» Meclis Başkanının Ernesto Che Guevara hakkında söyledikleri epey bir gündem oldu. Gündüz Vassaf da Mostari’de Che’den katil diye bahsediyordu. Hem liberalleri hem de muhafazakârları Che düşmanlığında birleştiren şey ne sence?
Che Guevara herkesin ortak vicdanıdır çünkü. Cin Aynası’ndaki ‘Yalnız Kuşun Yazgısı’nın son bölümüne Che ile ilgili bir şeyler yazmıştım. Kütüphanemde büyük boy bir Che Guevara resmi vardır. Oğlum bir gün sordu, "Bu kim baba" diye. İlk anda, devrimci mi sosyalist mi desem diye aklımdan geçirirken "O iyi bir adam oğlum" dedim. Evet, iyi bir adamdı Che. Başkalarına benzemeyen, düşündüğü gibi yaşayan bir adamdı. Meclis Başkanı ne derse desin Che de, Deniz de, Ali İsmail de, diğer tüm namuslu insanlar da hiçbir zaman ölmezler, "halk onları alır, can kafesinin içine sokar, orada can yongasıyla besler."

» Yazdıklarının birilerinin “duende”sini hareketlendireceğini düşünüyor musun?
‘Duende’, Lorca’nın koyduğu bir kavram. İçimizdeki yaranın bize bahşettiği şey. Yaşadıklarımızdan kalan ve hiç kapanmayacak olan yaralarımızın iyileştikleri sırada ruhumuzdan çıkardıkları saf ve benzersiz yetenek.

Cin Aynası’nın girizgâhında yazdığım gibi, sokaktan duyduğum cümleleri cesaret ve kehanetle süsleyip yeniden kaleme alıyorum. İranlı bir film yönetmeninin kendi filmleri için söylediği gibi ‘onları ruh arkadaşlarıma gönderilmiş mektuplar’ olarak düşünüyorum. Mektubunuza cevap gelirse sevinmez misiniz? Ben de çok sevinirim. Onların köklerinde saklı duran şeyin, duende’nin harekete geçmesine vesile olmaktan da mutlu olurum.

» Son yıllardaki üretkenliğin düşünülünce acaba Ercan Kesal, bundan sonra ne yapacak diye düşünüyor insanlar…
Okumaya, yazmaya, yaşamaya devam. Aralık ayında bir kitabım daha çıkacak. Ayrıntı Yayınları’nın 1000. Kitabı. Ortak bir çalışma. Ağırlıklı olarak Enis Rıza’nın fotoğraf arşivinden seçilmiş 1000 civarındaki fotoğrafın içinden benim seçtiğim yaklaşık 100 fotoğrafa yazdığım okumalar. Bergervari fotoğraf yazıları. 1910 dan 2010’a kadar Türkiye’nin 100 yıllık politik, ekonomik ve sosyolojik hallerinin çoğu daha önce hiç yayımlanmamış fotoğrafları üzerine yazdığım kısa-uzun yazılar. Editörü Burhan Sönmez. Çok severek yaptığım ve beğenileceğini umduğumuz özel bir kitap oldu.

Tabii sinema da devam ediyor. Bitmek üzere olan 2-3 senaryo çalışması var. Şimdilik bu kadar...

Kaynak: Birgun.net