Bir şarkıda ya da bir filmde mi duydum, “Dünya kimseye ait değil” sözünü tekrarlayıp duruyorum içimde. Türkiye de kimseye ait değil, eğer dünyadaysa. Bazen zamanın durduğunu, kocaman bir boşlukta milyonlarca insanın evlerinde, işyerlerinde, sokaklarda donmuş bir halde beklediğini düşünüyorum. Giovanni Papini’nin “Kaçan Ayna” kitabında vardı, “Sonsuz bir bugünün içine kapatılmış” insanlar… Daha iyi tarif edilemezdi yaşadığımız süreç. Devletin ve kurumlarının düştüğü haller, iç ve dış savaş tehlikeleri, siyaseti mümkün kılacak bütün kanalların ve zeminlerin tahrip ya da yok edilmesi, belirsizlikler, karışıklıklar, kuşkular, korkular ve acılar, zamanı durdurarak yarattığı boşluğun içine herkesi hapsederken...

Bir de boşluğun içinde hareket edenler var. Deleuze, “Hareket-İmge” kitabında, Godard’ın “Serseri Âşıklar” filmini örnek olarak gösterip, ihanet bile olsa, ölüm bile olsa, başlarına gelen olayları neredeyse hiç umursamayan, karanlık olaylar yaşatan ve yaratan, alımlı, dokunaklı karakterlere ait bir ırkın doğuşundan bahseder. İhaneti ve ölümü umursayarak “sonsuz bir bugün”ün içinden çıkmak mümkün olmasa gerek…

Bir defasında, ihtiyar balıkçı Macit Amca, canımın sıkkın olduğunu görüp “Senin sorunun hayatı fazla ciddiye almak” demişti. Sonra o meşhur, gür kahkahasını atmıştı. Balığa çıktığımızda bütün gece onun bu sözünü düşünmüştüm yıldızlara bakarak. Çok mu ciddiye alıyordum hayatı? Kendimi akışa bırakamaz mıydım? Bütün bu kötülükleri sona erdiremeyeceksem… Yoksa kendimi mi çok ciddiye alıyordum, dünyayı değiştirecek, kurtaracak biri olduğumu sanıp?.. Hem insan neden âşık olunca, hayatı daha çok ciddiye alıyordu? Aşkın yanılsaması mıydı insana her şeyi değiştirebileceğini düşündürten?

Yıllar sonra, Paul Auster’ın da benzer sorular sorup yanıtlar aradığını okumuştum “İç Dünyamdan Notlar”da: “Bir zamanlar sanatın toplumdan kopuk olması gerektiğini düşünüyordum… Bir zamanlar dünyaya sırt çevirerek yaşamak istiyordum. Şimdi bunun olanaksız olduğunu görüyorum. Toplumla da yüzleşmek gerek, hem sadece düşünüp bekleyerek değil, eyleme niyetlenerek yüzleşmek. Ama eylem, etik bir görüşten hareket ederse çoğu kez insanları ürkütür; çünkü niyetini, amacını bire bir aktaramayabilir. İnsanlar her şeye fazlasıyla kitabi bakıyorlar, metaforlarla düşünemiyorlar. Sol politikanın taktikleri (örneğin bir fakülte binasının işgali gibi) bire bir yaklaşımdan uzak olduğu için aklı karışan ve korkan insanlar, gizli bir tertip, bir komplo olduğunu düşünüyorlar… Toplumsal devrim, metafizik bir devrimle birlikte gerçekleşmelidir. İnsanların fiziksel varlıklarının yanı sıra, düşünceleri de özgürlüğe kavuşmalıdır - yoksa kazanılan her özgürlük sahte ve gelip geçici olur. Özgürlüğü kazanmanın ve sürdürebilmenin silahları oluşturulmalıdır. Bu da bilinmeyene cesur bir gözle bakmak… Yaşamı değiştirip dönüştürmek demektir.” Paul Auster, sonra da kocaman harflerle şöyle yazmıştı günlüğüne: “Sanat, sonsuzluğun kapılarını, var gücüyle yumruklamalıdır…”

Paul Auster’ın böyle düşünmesi mutlu etmişti beni; özellikle, toplumsal devrimin metafizik bir devrimle birlikte mümkün olacağı fikrini paylaşması ve sanatın bu açıdan taşıdığı öneme dikkat çekmesi…

Thomas Bernhard’ın “Eski Ustalar” kitabındaki Reger’in, “her halk ve her toplum, sahip olduğu devleti hak ediyor ve böylece de politikacı olarak kendi katillerini” sözü, her ne kadar gerçekçi gibi dursa da, taşıdığı umutsuzluk öylesine ağır ki. “Halk politikacıların öldürdüğü şey hep, dedi Reger, ama halk bunu görmüyor, hissediyor gerçi böyle olduğunu, ama bunu görmüyor, trajik olan da bu, dedi Reger.”

“Alımlı” olan Paul Auster’ın söylediği, “dokunaklı” olan da Reger’in… Deleuze’ün bahsettiği o “yeni insan”, hayatı savunabilmek için ihaneti ve ölümü umursamıyor. Bu yüzden “alımlı ve dokunaklı”, serseri âşık…

Kaynak: Birgun.net