Michael Albert, 60’lı ve 70’li yıllarda Sivil Haklar Hareketi’nde önemli rol oynayan ABD’li bir aktivist, ekonomist, konuşmacı ve yazar. South End Press, Z Net ve Z Magazine gibi bağımsız sol yayınları kurarak ABD soluna önemli bir katkıda bulunan Albert, bugüne kadar onlarca da kitap yazdı. Gazeteci Vincent Emanuele, Albert ile geçmişten bugüne mücadelesini konuştu:

Vincent Emanuele: Genç aktivist günlerinden tecrübelerinizi anlatabilir misiniz biraz? Politik hareketlerle ilgilenmeye nasıl başladınız?

Michael Albert 1960’larda epey dışlandım. O zamanlar Massachusetts Teknoloji Enstitüsünde (MIT) fizik okuyordum. Vietnam Savaşı tüm hızıyla devam ediyordu. Sivil Haklar Hareketi de zirve noktasına ulaşmıştı ve üniversitede uğraştığım konu, bunların ağırlığı altında ezildi. Bu hareketler olmasaydı herhalde ‘kariyerime’ yoğunlaşırdım. Bunun yerine politikayla uğraşmaya, savaşı durdurmaya, kampüs hayatını değiştirmeye çalışmaya başladım. Tabii sonra aktivist hareketlerim dallanıp budaklandı ve nihayetinde medya projeleriyle, “Ne istiyoruz?” sorusuyla ilgilenmeye başladım.

Üniversiteyi ne zaman bitirdiniz?

‘69 mezunlarıylaydım fakat politik faaliyetlerimden dolayı mezun olamadan atıldım. Herhalde MIT’den bu sebeple atılmış tek öğrenci benimdir. O zamanlar epey nam salmıştım. Örneğin, Öğrenciler Birliği Başkanlığına aday olmuştum; yani bütün öğrencilerin birliğiydi, sadece benim yılımdakilerin değil. İlk talebimiz savaş endüstrisi için yapılan araştırmaların son bulmasıydı. Bu da MIT’de büyük bir meseleydi çünkü üniversite resmen savaş ve teknolojik araştırma üzerine kuruluydu. Ayrıca Siyah Panterler Partisi’ne 100 bin dolar tazminat ödenmesini talep etmiştik. Diğer bir talebimiz, üniversite laboratuvarının ve diğer kaynakların yerel nüfusun, özellikle yoksul ve işçi sınıfının kullanımına açılmasıydı. Açık üniversite yani. Kampüs hayatı üzerinde gerçek öğrenci kontrolü istiyorduk - koşulsuz. Platformumuz aldı başını gitti. MIT’nin kampüs ilişkilerinde hiç görmediği bir şeydi. ‘Eğitim kampanyası’ çerçevesinde bir şey de değildi. Kazanmak için mücadele ettik, ve kazandık.

Fakülte ve üniversite yönetimi için ise tam bir fiyaskoydu çünkü seçilmemi engellemeye çalışmışlardı. Seçildikten sonra elimdeki tüm kaynakları politik aktivizmi teşvik etmek için kullandım. Nihayetinde hakim güçler işleri bastırmak zorunda kaldılar. Birkaç baskı taktiğiyle birlikte benden de kurtuldular.

Tabii her dönemin hikâyesi ayrıdır ve o dönemde MIT birçok kurum gibi imajını gerçek koşullardan farklı çizmek, 60’ları diğer üniversitelerden daha büyük bir ‘olgunlukla’ yaşadığı izlenimini vermek istiyordu. Bunu inandırıcı bir şekilde söyleyebilmek için beni geri almak zorunda kaldılar. Bir süre sonra babamı aradılar ve birkaç akademik gereksinimi yerine getirirsem beni geri alabileceklerini söylediler, ama kabul etmedim. Şeytanla pazarlığa girmem diye düşünüyordum. MIT’ye Charles Nehri’ndeki toplama kampı diye hitap ederdim; öğrenci birliğinin başkanının bunu sürekli tekrarladığını düşünün. Kurbanların Yahudi değil Vietnamlı olduğunu, ülkenin içinde değil, yurtdışında olduklarını fakat hâlâ acı çektiklerini de eklemeyi ihmal etmezdim.

Yine de anlaşıldı ki MIT imajını düzeltmeyi öyle çok istiyordu ki bana diplomamı öylece verdi, yani aileme yolladı. Bunun arka planında yatanı görmek için tabii birçok şeyin yanında şuna da dikkat çekmekte yarar var: Beni üniversiteden attıktan yalnızca birkaç saat sonra yaşadığım kasabadaki asker alma bürosunu arayıp ismimi tekrar listeye ekletmişlerdi. Beni yalnızca kampüsten değil, şehirden de yollamayı umuyorlardı. Fakat kayıt numaram epey yüksekti ve sıram gelmedi. İçler acısı bir durumdu, büyük kurumlarda işler hep böyledir zaten.

Bir aktivist olarak söylemeniz gerekirse, karar alma süreçlerine katılım insanların arzuladığı bir şey mi? Diğer bir deyişle, ortalama bir vatandaş, ‘katılımcı demokratik süreçler’ olarak bahsedilen, siyasi, ekonomik ve ekolojik kararlarla düzenli olarak ilgilenmek istiyor mu?

Şöyle bir şey düşünelim: Elli yıl geriye gidelim ve kadınlara cerrah olup olmak istemediklerini soralım. Birçok kadın bunu ürkütücü bulurdu, çoğu kadın kendine şırınga enjekte etmekten bile korkardı. Aynı düşünüş prensibini günümüze uyarlayalım. Herhangi birine “Yaşamınıza etki eden kararlarda söz sahibi olmak istiyor musunuz?” diye sorduğumuzda, “hayır” son derece mantıklı bir cevap olabilir. Diğer bir deyişle, eğer günümüz kurumları değişmezse, kendi hayatınızla ilgili verdiğiniz kararlar da tabii ki değersiz kalacak.

Örneğin bir iş yerini ele alalım. İşiniz pazarda rekabet etmek, kâr için yarışmak, masrafları kısmak, vesaire zorundaysa - bu kararlar alınırken katılımcı olmak, kurumların dikta ettiği düzende figüran olmak ister misiniz? Bunu yapmak, kendinizi tahakküm altına almak demek. Tabii diğerleri alt katta debelenirken siz büyük, klimalı bir ofiste çalışıyorsanız başka. Aşağıda çalışan işçiler için bu kararları almak yabancılaştırıcı bir şey olurdu, dolayısıyla insanların karar verme süreçlerine dahil olmak istememesini anlamak güç değil. İş yeri sahibi ya da yönetici sınıfı insanlar için ise, pazar rekabetinin ve kâr arayışının yönettiği karar süreçleri zaten kendi amaçlarına hizmet ediyordur, dolayısıyla hoş karşılanır.

İnsanların gerçekten ne istediğini anlamaya çalışmak için şöyle bir düşünce egzersizi yapalım. Şu an belki nüfusun yüzde 50’si gidip oy kullanmaya tenezzül ediyor. Yani şu günlerde insanların karar almaya dair pek bir ilgisi yok – gündelik kararlara ise hemen herkes ilgisiz. Ama şöyle bir şey hayal edelim: Tanrı Dünya’ya geliyor ve “Seçim yapacağız,” diyor. “Seçim kampanyaları dört ay sürecek, adaylardan biri yalan söylerse, onu taşa çevireceğim. Dahası, seçilen adayın programının gerçekleşeceğine söz veriyorum.”

Dolayısıyla adayların tüm söyledikleri doğru olacak ve seçilirlerse söyledikleri şeyleri yapmak zorunda olacaklar. Böyle bir seçimde, oy veriyorsanız, hakikate veriyorsunuz demektir. Sizin tarafınız kazanırsa, verdiği sözler gerçekleşecek. Bu durumda insanlar ne kadarı oy verirdi? Bence seçimler %110 katılımla gerçekleşirdi. İnsanlar iki eli kanda olsa gelir oy verirdi. Çünkü kimse oyunun öneminden şüphe etmezdi.

Demek istediğim, insanların arzuları ya da insanların yaptıkları hakkında konuştuğumuzda, koşulları da hesaba katmalıyız. Şimdinin kurumlarıyla, seçim sistemiyle mesele ayrı bir konu. Yeni kurumlar, yeni seçimlerle ise apayrı bir konu olurdu.

Eğer sizi yarın hapse atsalar ve gidip kantine baksanız muhtemelen canınız hiçbir şey almak istemez. Fakat aradan altı ay geçtiğinde kantine gittiğinizde ne alacağınızı, ne almayacağınızı dikkatlice düşünürdünüz. Çünkü seçenekleriniz belli, ve önem arz ediyor olurdu.

Öyleyse eğer seçime adaylığını koyanlar yalan söylüyorsa, ya da daha da kötüsü, adayların arkasındaki yapılar yapabileceklerini zaten kısıtlar nitelikteyse - bu mühim bir konu. Eğer ‘gerçek değişim’ ihtimalini sorgulayacaksa, bu bambaşka bir konu. Bu örnek, bize solun ne yapması gerektiğiyle ilgili bir şey anlatıyor. Sol, insanları alternatifler konusunda bilinçlendirmeli ve bu alternatifleri gerçekleştirmekte rollerini anlamalarını sağlamalı. Bunu yapmazsak ilerleme kat edemeyiz. Becerirsek ise çok yol alırız.

İnsanlar muhtemelen, “Bu dünyada nerede oluyor ki?” diye soracaktır. Politik hareketlerin bu prensipleri ve değerleri harekete dönüştürdüğü gerçek örnekler verebilir misiniz?

Aslında tüm politik hareketler bunu bir nebze yapıyor. Bu soruya tam olarak nasıl yanıt verebilirim bilmiyorum. 60’ların sonlarında ve 70’lerin başlarında gerçekleşen Kadın Hakları Hareketi destekçilerinin hislerine tercüman olarak müthiş bir başarı yakaladı - destekçileri kadınlar ve duyarlı erkeklerdi. Daha önce kimsenin anlamadığı, algılamadığı gerçekleri sunarak yaptı, durumu iyileştirecek adımlar sundu. Aynı şey Sivil Haklar Hareketi, gey ve lezbiyen hareketleri için de söylenebilir.

Fakat laf ekonomiye ve yönetime geldiğinde aynı şeyi söylemek mümkün değil. Sol hareket, ne istediğimizi ve istediğimizi gerçekleştirmekteki rolümüzü tarif etmekte aynı derecede başarılı olamadı. Cinsiyet, ırk ve cinsellik konularında mesele daha aşikârdı. Tabii o alanlarda bütün sorunlarımızı hallettiğimiz sanılmasın; yalnızca o alanlarda daha fazla yol kat ettiğimizi söylemek istiyorum. Örneğin hele ki sınıfsal hiyerarşiye kıyasla.

Bence ekonomi konusunda aynı netliği ve başarıyı görmememizin bir sebebi de solun ne istediğini tam olarak bilmemesi. Sol, yönetim konusunda ne istediği konusunda da tam net değil. Aslına bakarsanız, bu meseleleri netleştirme konusunda halledemediği, üzerine ‘yük’ olan meseleler var. Bu yüklerden biri, az önce de bahsettiğimiz gibi, belirli bir kesim insanın önemli kararlar verebilecek yeterliğe sahip olduğu, ve geriye kalanların bu kararları almaya hazır olmadığı, dolayısıyla biat etmesi gerektiği inancı. Bu ‘yük,’ farklı bir ekonomi ve yönetim anlayışı için etkili eleştiri ve yol haritası hazırlanmasını engelliyor.

Bu konuda daha somut bir örnek verebilir misiniz?

Arjantin’de bir süre önce ekonomik karmaşa neticesinde bazı fabrikaların kontrolü işçiler tarafından devralınmıştı. İşçilerin fabrikatörlere karşı ayaklanmasından ziyade, fabrikatörlerin batan fabrikaları bırakıp gitmesi söz konusuydu. İşçiler basitçe, “Burayı satmayacaksın, biz alıyoruz,” dediler, fabrika binalarını işgal ettiler. Sonra da fabrika faaliyetlerini devralıp işletmeye başladılar.

Kendimi işgal edilen fabrikalardan gelmiş elli - altmış kadar işçiyle birlikte bir odada buldum. Otuz kadar fabrikadan işçi vardı. Ekonomi konusunda konuşmak için çağırılmıştım. Önce herkesin sırayla kendini tanıtmasını, mücadelelerinden ve tecrübelerinden bahsetmelerini rica ettim. Altıncı ya da yedinci işçiye geldiğimizde durum son derece acıklı bir hâl almıştı. Başta enerji yüksekti. Fakat sonra hikâyelerini anlatmaya başladıklarında samimiyet ön plana çıktı. Hatta insanlar ağladı. Orada araya girmek zorunda kaldım, tabii herkesin hikâyesinin aynı olmasının da etkisi vardı.

Ben araya girmeden hemen önce bir kadın ayağa kalktı ve “Bunu söylediğime inanamıyorum ama belki de Margaret Thatcher haklıydı, belki de kapitalizmin alternatifi gerçekten yok,” dedi. Nihayetinde, “Fabrikalarımızı devraldık, fabrika sahipleri gitti, yöneticiler gitti, gelir adaletini sağladık ve fabrikayı işletecek demokratik bir birim kurduk. Ve başardık! Batmakta olan bir şirketi ayağa kaldırdık.” Ama yine de, “eski zırvalar bir bir geri geliyor.” Tüm bu değişikliklere rağmen, “yabancılaşma da geri geliyor.”

Konuşmamı yaptım ve kaygılarını anladığımı söyledim. Yaşadıkları problemin, eski iş bölümü sistemini korumuş olmalarından kaynaklandığını söyledim. İşçi sınıfından gelen, eğitimi olmayan birini Mali İşler Müdürü yapmışlardı ve diğer benzer görevler için de aynı işlemi tekrarlamışlardı. Eğitimsiz hatta bazen okumakta dahi zorlanan bu insanlar işi öğrenmiş ve gayet iyi icra etmeye başlamışlardı. Dolayısıyla işçi sınıfının da bu işlerin üstesinden gelebileceğini kanıtlamışlardı.

Fakat en nihayetinde, bazı insanların ‘otoriter’ ve ‘yetki sahibi’ işleri yaptığı, geri kalanın ise kaba işlerle meşgul olduğu sistemi korumuşlardı. Zaman geçip işler rayına girdiğinde eski işbölümünü, eski hiyerarşiyi devam ettiriyorlardı. Eski zırvaların geri gelmesinin sebebi de buydu; çünkü farkında olmadan gerilim, otorite, yabancılaşma, güç dinamikleri üzerine kurulu eski sistemi korumuşlardı. ‘Yetki sahibi’ görevleri her işçiye eşit dağıtacak bir işbölümü sistemi yaratmaya, önemli karar verme süreçlerine herkesin güvenle katılabileceği bir düzene ihtiyaçları vardı.

Orada bu etmen eksikti ve bizim ABD’deki çabalarımızda da aynı şey eksik. Bu da, daha adil bir toplum ve anlamlı bir varoluş yaratma şansımıza büyük zararlar veriyor.

Kaynak: Roar Magazine, bit.ly/1XtTbXq
Çeviri: Fatih Kıyman

Kaynak: Birgun.net