BEHLÜL ÖZKAN / Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi

20Temmuz 2015 Suruç saldırısı 34 kişi, 10 Ekim 2015 Ankara Gar saldırısı 107 kişi, 12 Ocak 2016 Sultanahmet saldırısı 10 kişi, 17 Şubat 2016 Ankara saldırısı 29 kişi ve 13 Mart 2016 Ankara saldırısı 37 kişi. Ülkenin başkentinin tam ortasında bombalar patlıyor, onlarca insan ölüyor. Pazar günkü patlama sonrasında konuşan İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın söyledikleri, her saldırı sonrasında tekrarlanıyor: “Türkiye’nin yolunu kesmeye çalışanlar da bilsinler ki Türkiye’nin yolunu kesemeyeceklerdir ve Türkiye yoluna büyük bir kararlılıkla azimle devam edecektir.” Sesinde en ufak bir titreme, bir şaşkınlık, bir çökmüşlük yok Ala’nın ve diğerlerinin. Türkiye tarihinin en büyük terör eylemi Ankara Gar saldırısı sonrası kameraların karşısında gülümseyen Adalet Bakanı Kenan İpek’i, ikinci Ankara saldırı sonrası “endişe edecek bir şey yok” diyen Hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş’u hatırlatıyor. Adeta toplumla dalga geçen açıklama ve tavırlar.


Pazar günkü patlamanın hemen sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan Bosna Reis-ül Uleması Hüseyin Kavazoviç ile görüştükten sonra, kızı Sümeyye Erdoğan’ın kalp rahatsızlığı geçiren müstakbel kayınpederi Özdemir Bayraktar’ı hastanede ziyaret ediyor. Ankara’nın merkezi Kızılay’da 37 kişinin ölümüyle sonuçlanan saldırı Erdoğan’ın Bosnalı din adamıyla görüşmesini ve müstakbel dünürünü ziyaretini iptal etmesine neden olmuyor. Hayat rutininde devam ediyor.

İktidar için endişeye mahal yok
Türkiye’de AKP rejimi demokrasiyle olan son bağını da 7 Haziran seçimleri sonrasında kopartarak otoriterliğe kesin geçiş yaptı. 7 Haziran tek parti iktidarına son vermesi itibarıyla mevcut siyasi sistemin tepesindeki isimler ve ondan beslenen akademisyen, gazeteci ve işadamları için adeta kâbustu. Ancak rejim kaybettiklerini birkaç ay içinde geri aldı. Ülke bir iç savaş ortamına hızla sokularak, medya ve yargı üstünde tahakküm kuruldu. Muhalefet partilerinin miting yapamadığı bir ortamda, hem adil hem de serbest olmayan 1 Kasım seçimiyle tek parti rejimi yeniden tesis edildi. Rejimin artık otoriter olduğunun tespiti önemli, çünkü Türkiye’de yaşananları bu temel kriteri göz ardı ederek anlamak mümkün değil. Otoriter rejimlerde tüm istihbarat ve güvenlik yapısının misyonu, lideri ve iktidar aygıtını korumaktır. Vatandaşlar ve toplumun güvenliği ancak ve ancak iktidar aygıtının bekasının kollanması açısından değer kazanır. Bu bağlamda başkentin merkezinde patlayan bomba eğer iktidarı tehdit etmiyorsa ve hatta toplumda “bizi ancak bu kaostan lider çıkarır, dolayısıyla onun etrafında birleşmeliyiz” algısına hizmet ediyorsa; devlet yetkilileri kameralar karşısında gülümser ve “endişe edecek bir şey yok” açıklamasını yapar. İktidar açısından gerçekten de endişe edecek bir şey yoktur ki Cumhurbaşkanı Bosnalı din adamıyla görüşmesini iptal etme gereği duymaz. Görüşmeden çıktıktan sonra müstakbel dünürünü hastanede ziyaret eder.
Güvenlik ve istihbarat teşkilatı bu patlamadan iktidarın zarar almaması için gerekli adımları atmaya başlamıştır zaten. Hâlihazırda denetimi iktidarın eline geçmiş yazılı ve görsel basına patlamayla ilgili haber yasağı konur. Ekranları hepimizin bildiği olağan şüpheliler doldurur. İstikrar ve büyük Türkiye masalları anlatılmaya başlanır. Sosyal medyaya erişim çoktan yasaklanmıştır bile. İktidarı destekleyen yüzde 50’ye TRT’de Diriliş, o da kesmezse Acun’da Survivor izletilir. Endişeye mahal yoktur gerçekten.

Otoriter rejimin dayanakları
14 yıllık AKP iktidarında inşa edilen otoriter rejimin dört saç ayağı var: 1) İktidarın çıkarını korumakla yükümlü istihbarat ve güvenlik teşkilatı, 2) Karizmatik lider, 3) İletişim üzerinde tam kontrol, 4) Tek merkezden yönetilen ekonomi. Bu bağlamda güvenlik ve istihbaratın başkentte ardı ardına patlayan bombalarla vatandaşın güvenliğini korumadığı zaten ortadadır. Tüm bunlar olurken tek bir sorumlu bile istifa etmez. Karizmatik lider rejimin toplumsal tabanını korumak için adeta mesiyanik bir rol üstlenir. Vekiller lideri gördüklerinde salavat getirdiklerini söylerken, lidere elleriyle dokunma ayrıcalığını kazanan vatandaşlar ellerini yüzlerine sürerek adeta kutsal bir varlığa dokunduklarını sanırlar. Tüm bu yaşananlar, tam denetim içindeki medyadan topluma sürekli pompalanır. Sadece lider konuşur ekranda, giyim kuşamdan cinsel hayata kadar direktifler verir vatandaşlara. Ekonomi musluğunun başını tutanlarsa uluslararası çapta yolsuzluk iddialarının karşısında, birbirlerine ve rejime iyice kenetlenir.

Nasıl çıkacağız?
Buradan seçimle çıkamayacağımızın altını çizelim. Türkiye’de seçimler, toplumun gerçek bir siyasi seçim yapabilmesinin önündeki en büyük engel artık. İktidar için HDP yok edilmesi gereken düşman, MHP parçalanması gereken parti, CHP ise muhalefette kalarak rejime meşruiyet sağlayacak ama asla iktidar olamayacak öteki konumunda. Dolayısıyla Meclis dışında toplumsal muhalefetin örgütlenmesi dışında, içinde bulunduğumuz otoriterlikten çıkış yolu görünmemekte. Rejimin karşısında geniş bir demokrasi cephesinin inşa edilmesi gerekiyor. Bu bağlamda hâlâ sistem içinde çözüm arayanlara ve AKP’nin ikna edilmesinden medet umanlara Karl Marx’ın 18 Brumaire’nden bir alıntıyla cevap verelim: “Kimi ikna etmeye çalışırsanız, onu durumun hâkimi kabul edersiniz.”

Kaynak: Birgun.net