Son 5-6 yıldır sinemada çok ilginç bir köpekbalığı akını yaşanıyor. Dünyanın gidişatına bakılırsa bu korkunç yırtıcının her türlü olumsuzluğu yüklenerek etrafımızda dolandığını düşünmek normal tabii. Ama aslında köpekbalığı üstüne çok sembol yüklenen bir canlı değildir: Her türden balık, ahtapot vs. için mitolojik anlatı ve sembolik anlam yükü oluşturulmuşken bugün piyasadaki ansiklopedik sembol sözlüklerinin bir tekinde bile köpekbalığıyla ilgili bir başlık bulamazsınız. Anlatı evreninde köpekbalığının sembolik gücü doğrudan kendi şiddetinin göstereni olmasından kaynaklanır. Örneğin yunus hiçbir zaman sadece yunus, balina asla sadece balina değildir ama köpekbalığı sadece köpekbalığıdır. Kimi zaman falliktir, kimi zaman açılmış ağzıyla vajinaldir ama her halükârda yok edicidir.

Neredeyse bir ‘doğa bilimleri ansiklopedisi’ gibi tasarlandığı için her türden canlı hakkında hikayeler bulunan koskoca Yunan mitolojisinde bile dişe dokunur tek köpekbalığı anlatısı Lamia’ya dair kısacık öyküdür: Deniz tanrısı Poseidon’un kızı Lamia; Zeus’tan hamile kaldığı için Hera tarafından tüm çocukları öldürülen, bunun üzerine kendisi de başkalarının çocuklarını yemeye and içen köpekbalığı… Bu haliyle belki Jung’un tanımladığı canavar-anne arketipine denk düştüğü söylenebilecek köpekbalığı, anlamını kendi dişleriyle yarattığı, doğrudan kendi şiddetinin göstereni olduğu için sinemanın sevdiği bir figürdür. Ama bu figürde öyle çıplak bir yok edicilik var ki, ‘köpekbalığı filmi’ dendiğinde ortaya ya Spielberg’ün Jaws’ındaki (1975) gibi ahlakçı korku öyküleri ya da tuhaf şiddet pornoları çıkıyor.

Son yıllarda izlediğim köpekbalığı filmleri tek kelimeyle faciaydı: Deniz yerine karlı dağlarda insan avlayan (Snow Shark, 2014), kunduzlar gibi nehir barajları inşa eden ama malzeme olarak ağaç dalları değil insan parçaları kullanan (Dam Sharks, 2016), yüzgeçlerini göstere göstere kumların altından ilerleyip çölde insan avlayan (Sand Sharks, 2012), atom bombası denemeleri sonucu radyoaktif güçler kazanıp ‘ışıldayan’ (Atomic Shark, 2016), bir fırtına sonucu şehir caddelerinde insan avına çıkan (Sharknado, 2013) ve galiba en fecisi, tıpkı Hayalet Avcıları’ndaki hayaletler gibi yarı şeffaf görünen, istediği zaman istediği yerde ortaya çıkıp öldüren köpekbalıkları (Ghost Shark, 2013).

Pornografik olmayan köpekbalığı filmleri ise mutlaka bir yerlerinden sorunlu oluyor. Köpekbalıklarını görmek için kafes içinde suya giren ve deniz dibinde sıkışıp kalan iki kız kardeşin hikayesini anlatan In the Deep (2016) mesela... Yapım kalitesine rağmen film o kadar cinsiyetçi ki, ‘erkek aklı’nı dinlemedikleri için kadınlıklarının en derin noktasına gönderilerek cezalandırılan iki kızın hikayesine dönüşüyor. Ya da köpekbalığının cinsiyetçi çağrışımlar dışında kullanıldığı Bait (2012) var örneğin; tsunami sonucu köpekbalıklarının bir AVM’ye dalışını izlediğimiz film kapitalizm ve tüketim kültürü eleştirisi konusunda zombi öykülerinin yarısı kadar bile başarılı olamıyor.

Bu hafta gösterime giren The Shallows/Karanlık Sular’da da aynı motiflerle (Ödipus-Elektra kompleksi, yabancı düşmanlığı, muhafazakarlık, erkek-egemen yapı) karşılaşıyoruz: Ülkesinden ayrılıp Meksika Körfezi gibi ‘tehlikeli’ bir yere giden bir genç kız; annesinin kanserden ölümü sonucu onu kurtaramadığı gerekçesiyle tıp fakültesini yarım bırakan kızın geldiği bu sahilin annesinin kendisine hamileyken geldiği yer olması, başta babası olmak üzere kendisini uyaran erkekleri dinlememesi, sonuçta kurtuluş için yine erkeklere yönelmesi…

Ama bu filmde bana öyküden daha önemli gelen bir nokta var. Jaws’ın görüntü yönetmeni Bill Butler bir röportajda filmin görsel uygulamasıyla ilgili olarak şunları söylüyordu: “Kamerayı mümkün olduğunca su seviyesinde tuttuk. Belki hemen görebileceğiniz bir şey değil, ama bir süre sonra, köpekbalığının suyun hemen altında olabileceğini düşünmeye başlıyorsunuz. Kamerayı o şekilde, suya o kadar yakın tutmakla filme başka şekilde sağlayamayacağımız bir atmosfer ya da duygu kattık.” (Visions of Light, 1992)

The Shallows’un çekimlerinde buna ek olarak farklı bir strateji uygulanıyor: Deniz yüzeyindeki hareketlilikler –küçük dalgalar, su sıçramaları vs.- ağır çekimle sunuluyor. Böylece izleyici kendisini sudan daha yoğun, neredeyse zeytinyağı kıvamında bir sıvının içinde ve altında buluyor; suyun üstünü kaplayan, ne yaparsanız yapın üstüne çıkamayacağınız bir katman...

2016’nın Türkiyesinde bu filmi izlerken beni en çok etkileyen bu oldu galiba; denizlerinde köpekbalığıyla karşılaşamayacağınız ama en karasal kentinde bile sanki onlarla kuşatılmışsınız gibi hissetmenize yol açan tuhaf bir şey... Neyse, umalım da köpekbalığı pornosuna dönüşmesin, gerisini suyun kaldırma kuvveti halleder...

Kaynak: Birgun.net