Burak Abatay

B. Nihan Eren, yayımladığı ikinci kitabı Kör Pencerede Uyuyan kitabıyla 2015 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne sahip oldu. Eren’in kitabı iki bölümden oluşuyor. On bir adet öykünün yer aldığı Gece ve dokuz öykünün bulunduğu Gün, içerisinde yer alan zıtlıkların, şehir hayatları ve kahramanlar üzerindeki bütün hikayelerini anlatıyor.

Kitabın sahip olduğu anlatımı beni her satırda büyüledi. Bir sinema anlatımını andıran öykü dili, Eren’e göre sinema eğitimi alması ve de bir senarist olmasıyla ilişkilendirilebilir. “Bir okur olarak da, yazar olarak da metinler görsel karşılıklarıyla ilerliyor bende. Önce görüyorum. Bu şekilde yazmayı da seviyorum.” Buna kitapta örnek olabilecek bir nokta, öykülerinde sıkça rastladığımız baba figürünü, yazar, “evden kaçan”, “dayak atan” ve daha da çarpıcısı “anne için geçmemiş bir nefret” olarak ifade ediyor. Bu karakterleri bilinçli bir tercihten ziyade zorunlu bir sonuç olarak yorumluyor Eren. Ve şöyle de devam ediyor, “Çünkü babayı bir erk olarak tanımlayacaksak, bizim başımız da zaten erkle dertte. O yüzden belki böyle bir sonuç çıkmış olabilir. Amacım babaların yokluğu ya da sertliğiyle alakalı öyküler yazmak değil. Benim niyetim hepimizin yalnız bırakılmış olmasıyla, nefes alamıyor olmamız ve baskı görüyor olmamızla alakalıydı. Kadınlar için de, erkekler için de aynı sorunu yaratan bir durum. Bu baskı ve faşizmi, devletin yarattığı bir durumsa hepimiz topyekün yaşıyoruz. Yaşadığımız süreçle alakalı toplumun tamamı için de, kadınlar için de böyle olduğunu düşünüyorum.”

Aile kurumunu devletle, babayı da faşizan bir diktatörya ile ilişkilendirmek, toplumu ve aileyi bir arada düşünüp toplumsal derinlik yaratma noktasında kullanılabilecek en iyi yöntemlerden birisi. Bu baskıcı toplumda kadının ezilişine, yok edilişine Eren’in kitabında birçok cümleyle şahit oluyoruz. Kitaptaki Tahir karakterine konu gelince “O da bir baba ama kitaptaki bütün babalardan iyi özelliklerle ayrılıyor. Baskı ve şiddet uygulamaması onun farkı. Diğer karakterler de ondan bu şekilde bahsediyor. Ama o da ölüyor. O yok. İyi özelliklere haiz bir erkekseniz de bu toplumda işiniz zor. O da yaşayamıyor. Tahir gibi erkekler de bu galeyana, bu linç ve şiddete uymak zorunda hissediyorlar kendini. Çünkü aynı linç de kendi başlarına gelecek diye düşünüyorlar. Ben de aynı sorunun bu tip erkeklerin de başına geldiğini düşünüyorum. Yani kadına ve topluma baskı mekanizmasını gerçekleştirmezler ve reddederlerse, onlar da kadına uygulanan şiddete benzer bir lince maruz kalacaklar. O yüzden erkekler de bu çarkın içerisinde mecburen dahil oluyorlar. Uymayan, kendisinden beklenen rolü reddeden bir Tahir var; o da yalanla karşılaşıp ölüyor” sözlerini duyuyorum genç yazardan.

“Melike’nin babasına yalan söylemesi de bu erkek modelini, babayı saf dışı bırakmak mıdır?” diye soruyorum: “Bu biraz insanın iyi-kötü tanımıyla alakalı. Bir insan kendisini iyi olarak tanımlıyor ve kendisinden daha iyi bir insan gördüğünde ona yalan söyleyebileceğine dair bir inanç gelişiyor. Biz kişiler olarak, toplumun yaşayış biçimlerinden etkileniyoruz. Ama sahip olduğumuz mayalarımız da var. Kötülüğe kayabiliyoruz. Zaten toplumsal mekanizmaların hiçbir aksaklık yaşamadan tıkır tıkır işlemesi, insanın bu kötülük mayasından geliyor. Aileyi ve devleti de insanın yaratması gibi, kötülüğü de insan yaratıp yaşam pratiği haline getiriyor. Melike ise bir açmazda. Babasının ona bütün hayatını adaması, verdiği iyilik de bir baskı yaratıyor. Minnet ve şevkat gördüğünde, aynı coşkuyla karşılık veremezseniz kendinizi çok kötü hissedebilirsiniz. Hepsinden de öte Melike babasına söylediği yalanlarla dışarıda kendine bir özgürlük alanı yaratıyor. Nerede, ne yaptığı konusunda bu yalan dolayısıyla kimseye hesap vermiyor.”

Tahir’in, öyküde Melike’nin kendisine yalan söylemesiyle beraber aklına gelen ilk soru, kızının o saatte nerede ne yaptığı. Tahir kötü bir insan olmaktan ölümüyle kurtuluyor. Nihan Eren bu konuda şöyle diyor: “Bu yalan belki de Tahir ve kızı arasında kalsaydı bu problem yine çözülebilirdi. Böyle olsaydı Tahir’in bu dişlinin bir parçası olmasına gerek kalmayabilirdi. Çünkü Tahir artık bir orospunun babası ve bu durumu da toplumsal linç, bunun üzerinden değerlendirilecek, böyle bir manevra alacaktı.”

Toplumu çok iyi okumuş bir yazar. Bunu çok basit bir dille gündelik hayattan karakterler üzerinde hissettirdiğini görüyoruz. Örneğin bohem bir hayatı tercih eden kocasının onu terk ettiği hamile kadın Meryemana ve kısa bir süre önce eşini ve 12 Eylül faşizminde de çocuğunu kaybetmiş Ekrem. Yine Ekrem üzerinden gidecek olursak 12 Eylül’de ölmüş bir genci babasının gözünden görüyoruz. Günümüz gençliğinde ise kendi dirençli, idealist çocuğunu göremiyor. Bunu sert bir eleştiri olarak algılamak mümkün. Bunu sorduğumda ise Eren, “Devrimciliğin mukayesesi noktasında ise bunun hayatın kendisine bir haksızlık olarak görüyorum. Diyalektiğe aykırıdır. Çünkü bugünküler böyle bir dünyanın ve yaşam pratiğinin içinde var olmaktalar. ‘Kendi’ olan insanın tıraşlandığı bir dönem bu dönem. Günümüzdeki bunalım iklimi içerisinde gençlerin apolitik ya da başarısız olmasını açıklamak çok haksızca. Gerçeklik bu. De facto olarak bugüne doğduk. Bize düşen bunların farkında olarak yaşamaya çalışmak. Bu bile kolay değil. 12 Eylül devrimcilerinin ödediği bedeller ortada. Yaşanan acılar ortada. Okuyunca, hissedince insan olan yerlerim acıyor. Ama günümüz kuşağı da çok farklı bedeller ödüyor. Bunun mukayesesini sorunun tarihsel olması yönüyle çok anlamlı bulmuyorum“ diyor.

B. Nihan Eren anlatımındaki incelikli ve ısrarcı üslup ile, hayatı ve toplumu çok iyi okumasıyla edebiyatımızda fark yaratan bir yazar. Kör Pencerede Uyuyan öykü severleri her cümlesiyle heyecanlandıracak, toplumsal ve bireysel yalnızlıkları, şiddetleri gözümüze sokmadan usul usul anlatan bir öykü kitabı.

Kaynak: Birgun.net